Daha düne kadar oturduğumuz ev, mahalle, köy, kent, ülke, çadır, oba… adı her neyse, sınırımız doğduğumuz yerdi. Bulamır’da yaşayıp ilçesi Domaniç’i bilmeyen, görmeyen insan sayısı oldukça fazlaydı ve hâlâ var. İstanbul’da yaşayıp da denizi görmeyenler var!

Afrika, Amerika ve Avustralya kıtalarının güney bölgelerinde, balta girmemiş ormanlarda çırılçıplak yaşayan, ilimden bilimden ve diğer insanların nerelere geldiğinden bihaber binlerce insan var.

İlk erkek evladını, taptıkları tanrı için diri diri toprağın altına gömenler var.

İnancı için orasını burasını kesen, acı çeken, aç susuz kalan, kendine zarar verenler var. Kendi gibi inanmayanlara işkence eden, asan, kesenler var.

Günahlar, yasaklar, kurallar, kanunlar var.

Kim için? Kimin için?

Bir tarafta ilahına “Hikmetinden sual olunmaz” diyen bizim taraf var. Bir de “Neden yaratmış, niçin, nasıl yaratmış? Araştıralım, öğrenelim, faydalanalım” diyen öteki taraf var!

Uçsuz bucaksız evrenin, dünya denen mini minnacık gezegeninde akıl almaz imkânlar ve güzellikler var. Ve bu dünyanın her türlü nimetinden faydalanan bir kabile ile her türlü imkânı kendine günah veya yasak sayan başka bir kabile var!

Bulamır’dan çıkmadan yaşarken, dünyada bir bizim gibi dindarlar var bir de dinsizler var zannederdik. Meğer dünyada yüzlerce başka din varmış. Bisikleti şeytan arabası diye köye sokmayanların dindarlığına gıpta ederken, uzaydan bizim yediğimizi içtiğimizi gören teknolojiye ulaşanların da bizim gibi dindar olduklarını öğrendik.

Kimi, Yaratıcının her türlü nimetini, ilmini arayıp bulup sınırsız imkânlara sahip olup katlarda, yatlarda, koy koy denizlerde, özel uçaklarıyla gökyüzünde kuşlar gibi uçarken; kimi, öldükten sonra hurilerle dans edip doyasıya şarap içmek için kendine etmedik işkence bırakmıyor.

Kiminin Allah, kiminin Tanrı, kiminin God… vs. dediğine ateistler inanmıyor. Onlar evrenin gücü veya enerjisi diyorlar. Sonuçta ise aslında hepimiz, adı ne olursa olsun, kesinlikle bir yaratıcıya inanıyoruz.

Farkımız ise; bir taraf, Yaratıcının tek kullanımlık verdiği tüm nimetleri doyasıya yaşayarak ve katkı sağlayarak bu dünyadan gelip geçiyor. Diğer taraf ise, sürekli Yaratıcıdan istek, talep ve dua ederek; günah ve yasaklardan kendine ördüğü sınırların içinde, yaşamadan ölüp gidiyor.

Ey insan denilen mahlûk! Allah’ın verdiği nimeti yiyin için ama israf etmeyin! Ey insan denilen mahlûk! Allah’ın yeryüzünde yarattığı güzellikleri gezin, görün! Ey insan denilen mahlûk! “İki günü bir olan bizden değildir!” Bunlar bir dinin ayet ve hadisleri, inancın felsefesi. Güzel ahlakınızla her gün bir merdiven daha yükselecek kadar çalışın, kazanın; kazandıklarınızı israf etmeden yiyin, için, gezin diyen Yaratıcı’yla neden inatlaşırcasına kendinize zulmedersiniz? Neden çevrenizdekileri huzursuz edersiniz? Allah’ın günah demediklerine siz nasıl günah dersiniz? Allah’ın verdiği sınırsız imkânları, uydurduğunuz yasak ve günahlarla insanları yaşamaktan neden alıkoyarsınız? Hakikaten hâlâ neden akletmezsiniz?