Gazetemiz sayfalarında daha evvel Türk Gölü konumunda olan Aral Gölü’nün tamamen kurumuş olduğunu konu etmiştik. Tahmin edin ne oldu?
Sıra geldi Türk Denizi’ne. Tüm kıyıları Türk egemenliğinde ki tek deniz: Marmara Denizi. Bütün kıyıları aynı ülkenin egemenlik sınırları içerisinde bulunan Dünya’daki tek denizdir. İç aydınlatıcı hiçbir haber yok konu ile ilgili. Aral Gölü Dünya’nın en derin gölü idi. Tamamen kurudu. Boyutu İsviçre’den büyük olan ve milli mitolojimizin temelinde yer alan Aral Gölü tamamen kurudu. Bırakın konu hakkında mücadele etmeyi, yasını bile tutmuyoruz.
Türk Denizi Marmara yüzölçüm olarak Aral Gölü’ne benziyor. Marmara Denizi yaşama uygun tabiat vasfını tamamen kaybetmenin ramağında. Bu gidişle Karadeniz, göl halini almak üzere denilebilir. Yakında Boğaziçi’nde adacıklar oluşmaya başlayacak. Toprağımız, evimiz, vatanımız ölüyor! Allah aşkına! Doktor yok mu! Bir hekim yok mu!
Sakin olmaya çalışamıyorum. Yine de panik olmaktan uzak durmaya gayret göstermek durumundayım.
Şu anda vaziyet: Marmara Denizi’nde yüzeyden 30 metre derine kadar oksijen var. Geri kalan yüzlerce metrede oksijen kalmadı. Deniz bir fiil ölü halde yani. “Müsilaj! Müsilaj!” deniliyor ve ancak mevzu sadece bundan ibaret değil. Denizin dibi petrol ve plastik atık ile dolu. Bunun üstünde deniz balgamı oluşmuştur. Deniz su kıvamından çıkıp tükürük biçiminde bir likit halini almıştır. Evet. Şu an ki hal budur.
Dünya’mız tuhaf bir kısa çağın içinde. Doğal problemler farklı coğrafyalarda ortaya çıkıyor ve ancak bir şekilde küresel bir tutarlılık sergiliyorlar. Bir yerin problemi her yerin derdi halini alıyor. Farklı türden canlılar daha evvel deneyimlemedikleri coğrafyalara taşınıyor ve farklı gelişimler gösterip beklenmeyen etkiler ortaya çıkarabiliyorlar.
Örneğin gelin Uganda ülkesinde ki Viktorya Gölü’ne bakalım: Bu göl Afrika’nın en önemli su havzalarından biri ve ayrıca Dünya’nın en geniş tropik gölü. Bundan yaklaşık 10 yıl önce bu gölde su sümbülleri görüldü. Bunlar oldukça yayılmacı ve suyun yüzeyini kapsayan bitkiler. İş öyle bir noktaya vardı ki su sümbülleri bütün gölü kapladılar! Suya erişim sağlanamıyor, balıkçılık yapılamıyordu. Sonra Ugandalı bir akademisyen araştırma yapmak için su sümbüllerinin vatanı Brezilya’ya gitti. Burada ormanlık alanda bir kabın içerisine iki düzine su sümbülü biti böceği aldı. Ardından bunları Uganda’ya getirdi. Böcekler üzerinde uzun uzadıya araştırmalar yaptı ve Uganda coğrafyasındaki doğal hayatta başka bir türe zarar verip vermeyecekleri yönünde deneyler yaptı. İthal böceklerin Uganda ya da Afrika’daki herhangi bir türün yaşamsal ihtiyaçlarına ulaşımına engel olmayacaklarını anlayınca sadece 50 tane su sümbülü bitini Viktorya Gölü’ne saldı. Sonuç 5 sene sonra geldi. Sümbül bitleri su sümbüllerini tüketircesine yediler. Ortada yiyecek su sümbülü kalmayınca ise öldüler. Göl kurtuldu.
Bunu anlatmamın sebebi şu: Aynı su sümbülü problemini bugün bizler, Türkiye’de yaşıyoruz. Hatay’daki Asi Nehrimiz su sümbülleri ile boğuşuyor. Uganda neresi, Hatay neresi… Artık benzer dertler küresel hale geliyor. Doğanın geliştirdiği “işgalci türler” kavramı insancıl yaşantıyı tehdit eder niteliğe ulaşmış boyutta.
Memleketimizde yaşamakta olduğumuz amansız ve çözümsüz bir derdin hem kaynağının, hem de devasının Dünya’nın öbür ucunda olabildiği bir Dünya’dayız artık. Ve Türkiye bu Dünya’nın gözle görülür merkezî kavşak bölgesidir. Yani her şeyin her şeye karıştığı yerdeyiz bizler.
Peki ya Marmara Denizi? Peki ya Türk Denizi?
Nasıl durum bu hale geldi? Önce bunu bir bilelim: Marmara Denizi’nin tüm kıyıları Türk kıyılarıdır. Ve bu kıyıların hepsi imara açıktır. Hatta İstanbul ile İzmit arası bölgede deniz kıyı şeridi neredeyse tamamen toprak ile doldurulmuştur. Adeta İmarmara! Deniz içine doğru dolduruş yapmak çok popüler Türkiye’de. Size şöyle söyleyeyim; son 70 yılda yaptığımız deniz doldurma çalışmaları sebebiyle Marmara Denizi %4 oranında küçülmüştür.
Bununla beraber mevcut iktidar dönemi içerisinde Marmara Denizi’nin nadide adalarından biri olan Yassı Ada satıldı. Burada -önce cami- dev bir otel yapıldı. Bu yapının inşaatı nasıl oldu? Moloz nereye gitti? Atık nereye gitti? Ahali olarak bizler adadan çıkan hafriyat gemileri falan görmedik. Yani demeye dilim varmıyor ve ancak bu dev inşaatın pisliğini direkt Marmara’ya bıraktıklarına artık uyanmamız gerekli.
Ve tabii şunu da unutmamak lüzumludur; Marmara Denizi Akdeniz ile Karadeniz arasında dev bir garaj gibi. Adeta bir otopark gibi binlerce bekleyen gemiyi misafir etmektedir. Bu gemilerin toplam atığı azımsanacak gibi değildir.
Ne yapacağız?
Türk Denizi’ni kurtaracağız. Koruyacağız.
Yalnızca bir icraat ile olacak gibi değilse farklı alanlarda ve aynı anda projelendirdiğimiz girişimler ile Marmara’mızın cankurtaranı olacağız. Başka yolu mevcut değil. “Doğal sorunları zamana havale edersen illa ki çözülür.” görüşü külliyen yanlıştır.
Hepimiz biliyoruz ki birçok yerleşkenin kanalizasyon atığı Marmara Denizi’ne akmaktadır. Çocuksu yaklaşım şöyle diyor: İstanbul Boğazı’ndan geçen 300 metrelik dev şileplerden bir iki tane alsak… Bu gemilerin bir tanesi milyarlarca ton ağırlık alabiliyor olsa… her üç ayda bir İstanbul, Bursa ve İzmit’in fosseptik atığını bu gemilere yüklesek ve bu yükü Atlantik Okyanusu’nun orta yerine boca etsek? Bu üç şehrin kanalizasyon atığının Marmara’ya akmaması, sadece bu bile, denizimizi kurtarabilir.
Bir de iktidara yanaşmak için fazla rahat tavır takınanlar var: “Marmara Denizi Çanakkale ve İstanbul Boğazları nedeniyle doğal sirkülasyonun en yoğun yaşandığı denizlerden biridir. İki yıla kalmaz kendisini temizleyecektir.”
Saçmalığın daniskası!
Koca deniz ölüyor, kimileri ise kalkıp “Bir şey olmaz ya. Deniz bu. Bugün böyle, yarın kim bilir nasıl…” falan diyor yahu!
Devlet ilgisiz diye millet bundan mesul sayılabilir mi? Aslında Türk Vatandaşı’nın bam tellerinden biri su konusudur. Geçen gün gazete ve ekmek ile poğaça almaya girdiğim bir AVM’de yaklaşık 70 yaşlarında bir adam avaz avaz bağırıyordu görevlilere: “Tuvaletlere ne biçim musluk yapmışsınız! Su sürekli boşa akıyor! Bu nasıl aymazlıktır! Milli servetimiz bu bizim!” adam baya baya yırtıyordu kendisini. Tepkisi aşırı idi. Ancak AVM’de olan biz pek çok vatandaş aynı esnada içimizden “Adam haklı” dedik. O fırçayı devleti yönetenlere atıyordu aslında.
Şöyle yapsak bir işe yarar mı? Evindeki muslukta arıtma cihazı olan herkes sularını bir hafta boyunca açık bıraksın. O zaman su temizlenir mi?
Maalesef iş bu şekilde şaka kaldırır halde değil.
Marmara hakkında atıp tutmaya değil, profesyonel müdahaleye ihtiyacımız var. Daha evvel bu tip sorunlarla mücadele etmiş ulusal ve uluslararası akademik çevrelerden, mühendislerden, su bilimcilerden destek alınmalıdır.
Bu konu ulusal gündemimizde ilk sıralarda yer almalıdır.
Uluslararası ihale yöntemi ile denizimizi kurtaracak temizleme ve reanimasyon faaliyetini gerçekleştirebilecek firmaları görevlendirmeliyiz. Konuya bütçe ayırmalıyız.
İşbu Marmara Faciası’nın küresel çapta ilgi odağı olmaması garip. İnsanı “Acaba Marmara’nın kuruması birilerinin işine mi geliyor?” diye sormaya yöneltiyor bu vaziyet. Marmara’nın kuruması ile Akdeniz ile bağlantısı kopan bir Karadeniz, açık denizlere çıkmak için deveye hendek atlatmak zorunda kalacak bir Rusya demek. Acaba sırf Rusya hapsolsun diye böylesi bir tabiat vahşetine göz yumuyor olabilir mi insanlık? Bu seviyede saçmalık olabilir mi?
Türk Gölü’nü kaybettik. Kimse umursamadı. Kimse önemsemedi. Kimse aldırmadı. Aral hem derya idi hem de destan ve ancak artık sadece bir masal Aral.
Türk Denizi’ni kaybedemeyiz.
İşe yarayacaksa elimizde ağlarla dalalım, temizleyelim suyu. İşe yarayacaksa solüsyonlar geliştirelim ve uçaklar ile denizin üzerine yağdıralım bu kimyevi detoksidan maddeyi. İşe yarayacaksa Marmara Denizi’ni külli bir Milli Park ilan edelim; içine atık bırakmak imkansız olsun. İşe yarayacaksa belli başlı bazı temizleyici balık ve su canlısı türlerini Marmara’ya ithal edelim; Uganda’daki Viktorya Gölü örneğinde olduğu gibi kirlilikle mücadeleyi bu canlılar yapsın.
Bizim memleketimiz Cennet’ten bir bahçedir. Bu kesin gerçektir. Ve burada yaşamanın ucuz olacağını düşünmek veya bu bereketin külfetsiz, zahmetsiz olacağını tasavvur etmek bir nevi gaflettir. Bu güzelliğin, bu nadideliğin itinayla korunması ve muhafaza edilmesi gerekir.
Rusya Devleti’nin koca sınırları dahilinde ki bütün o devasa ve uçsuz bucaksız topraklarının doğal kondisyonunu korumak için ayırdığı bütçenin 3 katını biz sadece Anadolu’nun tabiatına ayırmakla mükellefiz. Çünkü Anadolu yeraltı ve yerüstü zenginliği, şelaleleri, kanyonları, kıyıları, dağları, nehirleri, ovaları, yaylaları, coğrafi konumu ve daha birçok özelliği ile bakıma ve özene daha ihtiyaç duyan bir diyardır. Küçük Asya denilen bu arazi aslında bir nevî yarı-kıtadır. Dev bir kıtanın geneline yayılmış çevre unsurlarının pek çoğuna ev sahipliği yapabilen, yoğun, hassas, narin, besleyici ve koruyucu olan yerin adı Anadolu’dur. Burayı yaşatmak hem kazma ister, hem de ince ve itinalı dokunuşlar.
Edebi anlamda bakıldığında Marmara Denizi tam olarak Anadolu’nun çocuğudur.
Ahali; lütfen Marmara Deniz’imizin katili olmayalım.
Memleket çorak, ot bitmez bir serpinti haline düştükten sonra zengin olsak kime ne fayda?