“Arkadaşım film çekiyoruz. Kapalı sokak.”
‘Nasıl kapalı? Benim evim burada! Acil evime gitmem gerek.’
Bir insan niye acilen eve gitmek zorunda olabilir? Kakası gelmiş adamın besbelli! Mahalle esnafının tuvaletini kullanırsa “batırdı ortalığı” dedikodusu olabilir. Camide büyük ihtiyacını giderenlere kendisi gıcık oluyor. -Haydi küçüğü tamam da bunun için de mi burayı bekledin be adam- diye düşünür kendisi. Merkezde bir umumiye yetişecek dolmuş süresini kaldırabilecek durumda değil! İş acil! Reklama girecek ve ancak; gittigidiyor.com halinde bir durum. Ne mi oluyor?
Yönetmen günlük çekimleri kontrol ederken; “Hulusi! Bir gel bakayım. Bu Britanya askerleri evi aramaya geldiklerinde arabadan inerken arkadan geçen şu Migros torbalı adam nedir bana bir izah eder misin canım asistancığım benim?”
Şaka bir yana Türkiye artık filmcilik sektöründe dev stüdyolar inşa edecek kıvama geldi. Koç, Sabancı, Zorlu vb. artık 200 milyon Lira’ya dev stüdyolar inşa edebilirler. Nedir dev stüdyo? Basit ifadeyle Sultanahmet Meydanı’nın aynı ölçülerde birebir replikasını yapmaktır. “Ne işe yarar ki o?” diyene “Hollywood diye bir şey duydun mu hiç? Bir filmi 500 milyon ABD Doları hasılat yapan ve yılda yüzden fazla yapıt üreten bir endüstri. Duydun mu bunu hiç?”
Efendim, derler ki “Amerika’nın zenginliğinin en büyük sebebi petrol ve silah üretimi.”. Yanlış bu tespit. Çünkü ABD’nin en büyük ihracat kalemleri gelişmiş/üst seviye tıbbî ekipman ve sanattır. MR makineleri, EKG-EKT gibi cihazlar, ultrasonografik makineler, röntgen makineleri vs. bunları Çin’den alamazsın. Bunları belki Japonya’dan alırsın. Ve ancak ABD’den daha ucuza alırsın.
Sanat kısmı ise zaten sonsuz. Limit yok, sınır yok… Bilgisayar oyunları, bireysel tiyatrolar, 7/24 canlı performanslar, müzikal albümler, teklikler, senaryolar, filmler, reklamlar, kısa videolar, monologlar, kamera şakaları, kitaplar… Bu mecrada en çok kazanan en çok üreten olacaktır. Çünkü üretilenin azı kıymetlenecektir. İşte ABD bu alanda bir dahi. Sahne organizasyonu ve inşasında tartışmasız 1 numara. Sahne inşası. Evet. Bizim Washington’daki sanat okulunda bu departman vardı. Michael Jackson dediğin adam bir ülkeye gittiğinde yüzlerce milyon Dolarlık bir ekonomik hareketliliğe sebep oluyordu. Adamın sattığı albümler, konser gelirleri vs. sanki tek başına ülke gibi. Fabrika gibi adam. Oluşturduğu ekonomi yüzbinlerce insanın karnını doyuruyordu.
Film dendiği zaman ben önce görüntü düşünürüm. Hikâyeden bile evvel gelir bu. Görmek istediğim ve ancak hayatın normal akışında görme imkanına kavuşamadığım bir şeyler. Örneğin ishal olmuş bir ineğin arkasından tam geçerken ineğin “Podoooşşfh!” diye patlaması adamın suratına! Bunu hayatımda hiç görmedim. Ve ancak görürsem yerlerde kıvranırcasına gülebilirim.
Adamın elinde boş bir şampanya şişesi var. Kahramanımızın elinde ise dolu şampanya şişesi var. O kadar iyi nişancı ki kahramanımız şişesini açarken fırlayan mantar ile diğer adamın elinde ki şişeyi kapatacak. Oha! E çüş tabii! Yahu ben ok yaydan çıktıktan sonra onu mermi ile vuran adam gördüm be! İnanmıyorsanız bakın. Steven Seagal filmlerinden birinde (Zorlu Arayış? Saatli Bomba?) kendisine atılan oku silah çekip vuruyordu be kardeşim! Yani bizim şampanya şişesi mi gücünüze gitti?
İşte bu ve bunun gibi görüntülerden bir silsile edinince; bu görüntüleri birbirine bir mantık çerçevesinde yerleştirme, birleştirme ve kurgulamaya yazmak denilir ki bu işin hikâye kısmıdır.
Yani aslında klasik öğretide bu böyle değil. Ve ancak benim kişisel tekniğim bu biçimde gelişti.
Yine de sandığımda hikâye yok değil:
Topkapı Sarayı’ndaki prenses ile dürbün aracılığıyla kesişmek; “Her geceyi Üsküdar sahilde geçiriyordum. Ay’ın doğuşu ve batışı… Boğaz’ın serin suyunun hışırtısı… sahilde öten bülbüller… sakince dinleyen.. karnı doymuş martılar… suyun üzerinde… tasasız. Kıyıya çekilmiş bir kayıkta oturarak Saray’ın ışıklarına dalıyorum. Taşa oturunca hasta ediyor. Kayık benim değil. Ancak ahşap. Sabahın erken saatlerinde Saray’ın balkonunda kırmızı renkli birilerini seçer gibi oluyorum. Sadece kırmızı bir nokta. Meraklandım. Galata’dan Kasımpaşa’ya akıp bir tersaneye sızdım. Tadilattaki gemilerin birinden dürbün çaldım. Ve Üsküdar’a geçip kırmızı noktaya baktım. O bir prensesti. Ve onun elinde de bir dürbün vardı. Kesiştik. Ellerimizle birbirimize anlatabildiğimizi anlattık. O sembol diline hakimdi. Yaptığı hareketleri bizim kahvedeki Işık Abi’ye sordum. Her şeyi bilir o çünkü. Dedi ki; “Kızın adı Zehra. Senin adını soruyor. Bak şu hareketleri şöyle yaparsan Bahadır demiş olursun.” Hikaye sardıysa deyin anlatırım berisini…”
“Rapunzel! Rapunzel! Kulelere hapsolmuş destansı güzel. Ne gelir elden de bana. Evvela ben varayım yanına…”
‘Oyş… Yakışıklı prens. Benim saçlar uzun. Sarkıtayım. Tırman…’
“İyi de Rapo; şimdi ben oraya çıkarsam. Aynı yolla iner giderim. De… sen kalacaksın yine geride?”
‘Önemli değil. Bana uyar.’
“Ne? Çüşoha! Öhüm yani… şey… Olur mu prensesim, ben seni almadan gitmem bu diyardan.”
‘Ay bu çocuk bir kahraman.’
“Bence… sen şimdi saçının ucunu oradaki yatağın ayağına bağlarsan… Diğer ucunu da kesip pencereden sarkıtırsan… Sen rahatça aşağıya inebilirsin yani… Ben burada beklerim.”
‘Ne biçim kahraman bu be?’
“Evet sayın seyirciler. Tehlikeli İşler adlı programımızın bu bölümünde Florida’da yaşayan bir veteriner dişçiye misafir olacağız. Yaptığı gerçekten inanılmaz bir şey. Orlando’da yer alan bir akvaryumda yaşayan ünlü Orka balinası Merciless’in dişlerinden biri çürümüştür. Ve hayvan yoğun acı içinde ve dolayısıyla oldukça asabidir. Bu sebeple gösterilere çıkamamaktadır. Bu ise akvaryuma gelen müşterilerde memnuniyetsizlik oluşturmaya başlamıştır. Dişçimiz hayvana müdahale edecektir etmesine ve ancak işletme balinanın bayıltılması riskine girilemeyeceğini belirtmiştir. Bu hayvanın piyasa değeri 100 milyon Dolar’ı bulmaktadır. Anesteziye alışmamış bir balina bünyesinde bu risk alınmak istenmemektedir. Bu durumda dişçimiz balina ile özel bir bağ ve yakınlık kurarak balinanın dişini çekmenin yolunu bulacak. Biz de bunu nasıl yapacağını hep beraber izleyeceğiz. Tabii yapabilirse…”
“Efendim; bir cisim yaklaşıyor.”
Ne cismi? Nereden?
“Ekselans, bakınız bu bir ay evvel elimize ulaşan yüksek çözünürlüklü görüntü. Şu cisme dikkat edin lütfen. Bu gördüğünüz cisim bu fotoğrafta Dünya’ya 28.000 ışık yılı uzaklıktadır. Şu gördüğünüz ise aynı karenin bugün elimize ulaşan halidir. Mevzu bahis cisim bu görüntüde Dünya’ya 26.577 ışık yılı uzaktadır.”
Yani?
“Yani bize geliyorlar.”
Cismin yakın resmi var mı?
“Maalesef efendim. Çok hızlı hareket ediyor.”
Düz mü hareket ediyor?
“Evet efendim.”
Cisme zarar vermeden, yolunda bir patlama yapıp mesaj mı versek acaba?
“Kabiliyetlerimizi öğrenmeleri bizim ne kadar işimize gelir efendim?”
Robo diplomat yapıp üzerlerine gönderemez miyiz?
“Efendim, ışık hızından hızlı bir nesneye kenetlenmek pekte kolay bir iş değil.”
Bu 26 bin ışık yılı uzaklıktaki cisim Dünya’ya ne zaman ulaşır?
“Yaklaşık 1.400 sene sonra efendim.”
Bin dört yüz mü? Ulan o zaman beni niye alarma geçiriyorsunuz lan?! Manyak mısınız siz?!
“Ama efen…”
Yürü lan!
“Efendim son aldığımız verilere göre cisim Dünya’ya 9.000 ışık yılı mesafede!”
?
“Bu artan ivme ile Dünya’ya gelmeleri 20 yıl alabilir!”
Ulan az evvel 1.400’dü!
…
Peh peh peh gemilere bak hele.
“Efendim bunlar bizim ağzımıza sı.ar…”
?Doğru konuş lan! Ergenlik arkadaşın mıyım ben senin hadsiz!
“Ne yapacağız?”
Şimdi bunlar geldiler ama gelmeden evvel hiçbir dostane mesaj falan göndermediler. Hele bir bakalım ne çıkacak gemilerden diye bekleyelim mi? Ya da direkt nükleer füzeyi yapıştıralım mı?
“Efendim dron uydular aracılığıyla gemiler hakkında edinebildiğimiz kadar veri toplamaya çalışalım.”
…
E insan lan bunlar?
“Hakkaten… Do you speak English?”
KONUŞURUZ EVELALLAH
?Siz insan mısınız?
ÇÜŞ! SİZ İNSAN MISINIZ PEKİ?
Ağzını topla lan!
SEN KİME PALAZLANIYON ASLANIM? DÜNYA’YA EVREN’İN ÖTE TARAFINDAN GELEN GEMİLER VAR ALTIMDA. İSTESEM ACIMASIZCA İŞGAL EDERİM SENİ.
Yok ya?! Ne işgal ediyorsun lan?! Kümes mi işgal ediyorsun?! Olm Dünya’yı işgal edecek gücü bu Evren dediğin yerde kimseye nasip etmedi Allah!
BANA BAK… BENİ DİNDEN İMANDAN ÇIKARMA BAK!..
“Efendim, saygı değer misafirimiz… Sakin olalım lütfen.”
ADAM GİBİ KONUŞSUN O ZAMAN
Bak halâ!
…
“Efendim, yalnız gemiler on numara.”
Satarlar mı dersin?
Biz dalga geçiyoruz ve ancak ABD Senatosu’nda yaklaşık 4 aydır hararetle Dünya dışı varlıklar hakkında edinilmiş bilgilerin sır olarak saklanması ile ilgili tartışmalar yaşanıyor. Şaka değil! Adamlar ciddi ciddi bununla meşgul.
“Naim. Gel bakayım oğlum.”
?
“Kaldır bakayım şu öküzü.”
Yalnız ben profesyonel ağırlık kaldırıyorum.
“Öküzü kaldırameyon yani? E sen son 220 kaldırdın. Bu hayvan da 200 anca eder. Kaldır işte; eline mi yapışcek?”
E peki tamam. Şöyle açılın biraz. Pudra?
“Ney?”
Pudra! Pudrasız olmaz!
Sokak Kapalı. Mevzunun farklı bir perspektifine bakınca: Son yıllarda şehirlerde, meydanlarda kitlesel hareketliliği güvenlik altına almak için alan kapatma uygulanmaya başlandı. “Sokağın güvenliğini nasıl sağlayacağız?” sorusunu “Kapatırız. Olur biter.” diye yanıtlayanlar oluşmaya başladı. Bu yanlıştır. Güvenlik; rahatsız etmeden emniyeti sağlamaktır. Yani çok zordur.
Ancak buna da kolayından çözüm bulup “Çevreye Verdiğimiz Geçici Rahatsızlıktan Ötürü Özür Dileriz” yazarak sokağın girişine-çıkışına tabela asan anlayış da var tabii. Memleketin geçici değil, hep kalan ve kalmakta olan rahatsızlıktan kurtulmaya ihtiyacı var.
-Beyefendi sokak kapalı.
-E o adam nasıl geçti o zaman?!
-Beyefendi sokak kapalı.
-Önüne gelen sokak kapıyor! Eşkıya mısınız siz be!?
-Pazar var beyefendi. Mahalle pazarı.
-? Heeğ… Öyle desene kardeşim.
-Hanımefendi sokak kapalı… Hanımefendi! Hanımefendi! Hanfendi sokak kapalı! Haydaa! Duymuyor yahu!