Her hafta olanlardan, olabileceklerden bahis oluyor. Gündem bazen yazım konusu seçme şansı bırakmıyor. Tüm Dünya’nın, tüm Türkiye’nin, tüm Kütahya ve Domaniç’in konuştuğundan ve düşündüğünden kopukluk olmamasına gayret göstermeye çabalamam anlaşılır bir tavır olarak değerlendirilir ümidindeyim.

Bu hafta ne ilim ve fenden, ne siyasetten, ne spordan, ne tarihi gerçeklerden, ne doğamızı ilgilendiren hadiselerden söz etmeyeceğim. Bu hafta size bir sevda hikayesi anlatacağım. Kısmen gerçek bir hikaye. Yani belki de %10’u gerçektir. Çoğu kısmı ise okumayı zevkli kılsın diye abartılmış ve kurgulanmıştır.

Bu anlatının iki temel kişiliği var: Mariam Zacharias ile Ahmet İşliyürek. Tahmin ettiğiniz gibi… Biri Ermeni, biri Türk.

Onları biraz daha özel yapan ise şu; Mariam’ın babası Ermenistan Apostolik Kilisesi Başpiskoposu Aziz Nikolas Zacharias’dır.

Ahmet İşlibilek ise T.C. Savunma Bakanı’nın oğludur.

“Bu hikaye burada biter arkadaş!”

Peki onların yakınlaşması nasıl mümkün olabilmiştir? Mariam’ın yanına erkek sinek bile salınmazken, Ermeni Kilisesi bu konuda çok katı iken, neredeyse sürekli bir tecrit altında yaşamış olan bu kıza bizim Savunma Bakanı’nın oğlu nasıl yaklaştı?

Mariam internet aracılığıyla bazı uluslararası üniversitelere başvurularda bulunur. Gönderilmeyeceğini bilse de denememiş olmayı istemez. Ve Dünyaca ünlü Amerikan eğitim kurumlarından biri olan Yale Üniversitesi Mariam’ın dosyasını kabul eder. Mariam bu konuyu babasına açar. Babası varlığının sebebi dolayısıyla oldukça ciddi, katı ve kurallara sımsıkı bağlı bir karakterdir. Ancak Mariam’ın yüzündeki mutluluk ve kardeşi Arman’ın babasını telkin etmesi sayesinde Mariam “Şimdilik sadece 1 yıl için. Neticeye göre devam edilip edilmeyeceğine karar verilecek.” denilerek ABD yolcusu olur.

Mariam için ABD’deki ilk yılı bir rüya gibidir. Yaptığı her şeyden fazlasıyla keyif almaya başlamıştır. Kendisine sunulan özgürlük, yıllarını kapalı bir kutu içinde nasıl heba ettiğini aklına getirmesine rağmen genel itibariyle oldukça mutludur. Derslerde müthiştir. Zaten gördüğü çoğu bilgi Ermenistan’da kendisine sunulan özel eğitim sayesinde belleğinde olan malumattır. Herhangi bir dedikodu çıkmaması için erkeklerle yakınlaşmamayı seçer. 1 sene sonunda okula devam edebilme hakkında alınacak kararın üzerine herhangi bir olumsuzluk bulaştırmamaya çalışır.

Ancak yediği ucuz Çin lokantası yemeklerinden, mukavva bardak içinde içtiği kahveden, her gün Wall Street Journal okumaktan, sinemaya gitmekten, farklı şehirlere yaptığı tren yolculuklarından vs… Hepsinden keyif alıyordu.

Ve fakat bunun yanında Ermeni Diasporası’na yakın bazı çevrelerden okul kampüsüne gelip Mariam ile “istişare” yapmak isteyenler olmuştu. Bu biraz canını sıkmıştı. Yine de konuyu babasına aktarmadı.

1 senenin sonunda uçağa atlayıp Erivan’ın yolunu tuttu.

Baba Başpiskopos aslında oldukça memnundu. Mariam’ın hocalarıyla görüşmesi için ABD’ye yolladığı müfettişler oldukça iyi haberler getirmişlerdi.   

Bunun üzerine Mariam’ın eğitimine devam etmesi için ABD’ye dönmesine izin çıktı. Bu Mariam’ın okuldaki ikinci yılı olacaktı.

İşte bu noktada bizim cevval Ahmet işin içine giriyor. Bizim Ahmet aslında İngilizce bile bilmeyen, sınıflarını hep torpille geçmiş, eğitimi boyunca sürekli devamsızlık yapmış, insanı sinir eder derecede lakayit, babasından ötürü kendisini komutan zanneden, çatlak bir tip. Yani üzgünüm; “eli yüzü düzgün, yağız bir delikanlıydı” demek isterdim. Jön olsun... Cüneyt Arkın olsun, Özcan Deniz olsun isterdim ve ancak hayır. Bizim Ahmet aynakıran derecede çirkindir. ‘Güzele bakmak sevap’ denilmiş eskilerce… Demek ki ‘çirkine bakmak günah’ oluyor bu durumda. İşte bizim Ahmet ortam çirkinleştirici mizacıyla Yale Üniversitesi’ne girer. Referansı koca T.C.’nin bakanı olursa öyle bir girer ki. Peki neden Harvard ya da M.I.T. değil? Çünkü bizim dahi Ahmet sormuş soruşturmuş ve öğrenmiş ki en eğlenceli, en kıyak ortam Yale’de.

Peki bu denyotik şımarık Ahmet güzeller güzeli Mariam’ın kalbini nasıl çalabilir ki?

Hazır olun: Çirkinlik bunu sağladı. Nasıl mı?

Ahmet o kadar dangalak ve tipsizdi ki Mariam’ın yanına yaklaştığında kimsenin aklına ikisinin beraber olabileceği gelmiyordu. Kimse böyle bir ihtimali bile düşünemiyordu. İkisi farklı türden canlılar olarak görünüyordu.

İşte bu Ahmet’e Mariam ile başbaşa-özel vakit geçirme şansı sunuyordu.

Bir gün çay içerlerken Ahmet Mariam’a “Düşünsene… Biz beraber olup birlikte yaşıyoruz ve ülkelerimiz tamamen dostane hale geliyor.”

“Bana milli sorumluluk baskısı uygulayarak çıkma mı teklif ediyordun sen?” deyince Mariam gülümseyerek… öykümüzde farklı bir noktaya geçmiş oluyoruz.

Bu arada Ermeniler’in pek çoğunun Türkçe bilmesi, ve ancak Türkler’in çoğunun Ermenice bilmemesi hikayemizden yapabileceğimiz bir edebi çıkarım olabilir.

Mariam ve Ahmet iki yıl boyunca kimselerin dikkatini çekmeden ilişkilerini derinleştirmeyi başardılar. Ancak Ermenistan’dan Yale’ye gelen bir öğrenci bu mutlu tabloyu yıktı diyebiliriz. Gelen öğrenci Arman’ın eski kız arkadaşı idi. Ve Arman onu terk etmişti. Kız öfke doluydu. Tüm Zacharias sülalesine karşı nefret doluydu. Yale Üniversitesi’nde gazetecilik tahsil etmeye gelmişti. Okulun kampüs gazetesinde aktif olarak rol alıyordu. Ve dev haberi kaçırmadı. Ahmet ile Mariam’ın sevişmekte olduklarını kanıtlayan fotoğraflar, görüntüler ve kayıtlarla süslediği haberini bir üniversite gazetesinde patlatmasına rağmen bunun yankılarının Ankara ve Erivan’a varması ertesi güne kalmadı.

Ankara çalkalanıyordu!

“Savunma Bakanı’nın oğlu kanlı bıçaklımızla aşk yaşıyor!”

“Ülkemizin gizli sırlarını paylaşmadığını nereden bilelim!”

“Bu kadar da olmaz! Hem de sıradan biri de değil! Başpiskopos’un kızı!”

“Hükümet istifa!”

“Diğerlerinin suçu ne? Bakan istifa etsin!”

“Yahu bakanın ne yapacağını tartışacağımıza asıl şunu söylemeliyiz: Derhal bu ilişkiye bir son verilsin!”

Erivan kaos içindeydi!

“Ruhani liderimizin kızı inancımızın dışında bir inanç taşıyan biriyle nasıl beraber olur?!”

“Hem de Türk!”

“Arkadaşlar, hepimiz makul olalım. Anlaşılıyor ki burada büyük bir sabotaj söz konusu. Türk Ordu Bakanı oğlunu göz göre göre, göstere göstere içimize sokmaktadır. Bu planlı bir saldırıdır.”

“Bu kadar tipsiz bir adamda ne bulmuş ki bu kız? Ançüez daha biçimli görünür bu adamdan be!”

Haber skandal haline gelince Mariam acilen eve çağırılır. Babası Aziz Nikolas’ın üzerinde büyük bir baskı vardır. Bütün ülke canlı yayınla havalimanında iki tarafın kavuşacağı ana kitlenmişlerdir. Başpiskopos’un üzerinde “Ne yapacağı” konusunda çok yoğun bir kamuoyu tahakkümü uygulanıyordu.

“Bu günahkarlık cezasız bırakılmamalı!”

Mariam uçaktan inip babasının beklediği salona girdi. Babasının yanına gitti ve elini öpmeye çalıştığında Başpiskopos baba elinin tersiyle Mariam’a bir tokat attı. Tam bir trajediydi. Dünya televizyonları bu anı flaş haber olarak yayınlıyordu.

Ahmet ise, sırra kadem bastı. Türkiye’ye dönmek yerine arabasına atlayıp her gün farklı bir şehirde vakit geçirmeye başladı. Ancak buna uzun süre dayanamayacağı belliydi. Babası T.C. Savunma Bakanı, ulusal ve uluslararası basını “Ahmet’in şu anda ortaya çıkmasının doğru olacağını düşünmüyoruz.” Diyerek bertaraf etmişti. E tabii, kalkıp “Kendi öz oğlumun izini kaybettim. Bir de Savunma Bakanı’yım ben.” diyecek hali yok.

Arman’ın telefon ayarlamasıyla Mariam ve Ahmet birbirleriyle konuşma imkanı bulurlar:

“Mari, babam beni Sorbonne Üniversitesi’ne transfer etmiş. Artık ABD’ye gidebilmem için meşru bir sebep yok. Seni görmezken etim parçalanıyor. Derimin içini sanki katil karıncalar kemiriyor.”

“Ahmet ben dışarı adım bile atamıyorum. Zannedersin ki padişah cariyesiyim. Bıktım. Dayanamıyorum.”

“Kaçalım Mariam. Kaçalım.”

“Olmaz.”

“Neden? Niye? Tek yol bu!”

“Hayır. Bulurlar bizi.”

“Mari bu benim uzmanlığım sayılır. Ben 3 yaşımdan beri hep kayboluyorum.”

“Bu halinle bile güldürüyorsun beni.”

“Şaka değil. Nereye gideceğimizi biz bile bilmezken kim bilebilir ki?”

“Hayır. Olmaz.”

“Allah aşkına! Neden?!”

“Yes ındanıks yete çılla çem grnar abril.” -Ben ailemsiz yaşayamam.-

“Benim ailem de, hayatım da, canım da, ruhumda sensin!” (Vay bizim Ahmet’e bak sen)

Kaçıyorlar. Da… Ankara’dan kaçamazsın ki Ahmet. İş bu noktada biraz macera senaryolarını andırıyor. Bir otele yerleşiyorlar. Baskın yiyorlar. Acil kaçıyorlar. Ajanlardan biri arkalarından silah sıkınca diğer ajanlar silah sıkana sıkıyor. Kaçacak yer yok. Dünya’da gidilip gizlenilebilecek bir yer yok.

Ve Mariam’ın aklına bir fikir gelir: “Kimsenin bizi aramayacağı yer neresi?”

Ahmet: “Ankara? Erivan?”

Mariam: “Başka?”

Ahmet: “Bilmiyorum.”

Mariam: “İstanbul.”

Ahmet: “Hent yes?” -deli misin?-

Mariam: “Abuş es pen mı çes hasgınar” -aptal mısın, anlamıyor musun?-

Ahmet: “Nerede kalacağız?”

Mariam: “Ekümen Patrik Hazretleri’nin kızıyla kardeşizdir. Bizi gizleyeceklerdir. Kimsenin bilmesi mümkün değil.”

Ahmet: “Ekümen Patrik Ankara’nın haberi olmadan nefes almıyor.”

Mariam: “Ankara’nın Ankara’dan bihaber olduğunu unutma.”

Ahmet: “Bu yaştan sonra rahip hayatı yaşayacağız yani Patrikhane’de öyle mi?”

Mariam: “Güvenliğimizi bizi samimiyetle sevenlere emanet etmemiz daha doğru diye düşündüm.”

Ahmet: “Valla biz de aforoz diye bir şey yok ama Patrikhane’ye sığınan Türk Savunma Bakanı oğlu olursam, ve bu ortaya çıkarsa beni linç ederler.”

Patrikhane’ye nasıl girdikleri bir soru işareti. Kimi diyor ki ilelebet kapalı duran kapı hafif aralandı ve içeri girdiler. Kimileri ise Patrikhane’ye yer altından tüneller vasıtasıyla girdiklerini düşünüyor. Her ne şekildeyse; Ahmet ve Mariam İstanbul Ekümen Fener Patrikhanesi yerleşkesine sığındılar. Tahta kaplardan çorba içmek ve geleneksel yaşam standartlarında yaşamanın dışında fazla yaptıkları bir şey yoktu.

Haftalar haftaları kovaladı. Türkiye ve Ermenistan devletleri üzerinde baskı oluşmaya başladı.

“Bir türlü bulamadılar şu günahkar kaçkınları.”

“Devlet kendisi gizliyor bunları abi.”

“Yahu biz burada konuşurken onlar belki Maldivler’de ayakları sıcak kumun içinde buzlu meyve suyu yudumluyorlar.”

Bunun üzerine T.C. Savunma Bakanı ve Ermeni Başpiskopos bir araya gelerek ortaklaşa bir açıklama yaptılar: “Mariam, Ahmet… Lütfen evinize dönün. Sevginize, beraberliğinize, ümitlerinize saygı duyuyoruz. Geçte olsa sizi anlıyoruz. Lütfen evinize dönün.”

Bu çağrı üzerine genç aşıklar risk almayı denerler ve evlerine dönerler. Mariam Erivan’da, Ahmet ise Ankara’dadır. Ankara’da Savunma Bakanı baba samimiyetle sorar oğluna; “Ne yapalım Ahmet? Benden ne istiyorsun?”

“Gidelim o kızı alalım baba.” der Ahmet.

Bir sonraki aşamada gördüğümüz 7km uzunluğunda bir konvoydur. Ermenistan’a kız almaya gidiliyordur. Ortamda sanki Türkiye Ermenistan’dan gelin alacakmış gibi bir hava vardır.

“Allaaaaah! Cilveloy nanayda!!”

“Kuyu başınaaa vardııık! Zeyneb’i göreeeem diyeeeğ! Nassı haberin almışsa, dayı emmi hep ordaaa!”

“Pınarbaşşı burma burma yaar yaar yaar yar yar yar amaan!”

Protokol konvoy ilk defa düğün konvoyu halini almıştır. Dünya olanları ağzı açık takip etmektedir. Türkiye Ermenistan’a yüzlerce davul ve zurna yığmıştır. Gümbüdü gümbüdü bütün Erivan şenlik yerine dönmüştür. İçi para dolu zarf olayı hem Ermeniler’i, hem de olanları izleyen Dünya’yı şok etmiştir. Ermenistan’a kız almaya giden tüm Türkler çaydı, fıstıktı, elmaydı, üzümdü, şaraptı, peynirdi, kumaştı yani kısaca ne varsa beraberinde getirmiş ve Ermeniler’e hediyeler yağdırıyorlardı. Mariam baba evinden (Ermeni Apostolik Kilisesi) alınır ve Ahmet’le beraber özel bir uçakla İstanbul’a ulaştırılır.

Evlilik merasiminin mekanı olarak Ayasofya uygun görülür. Gerçekten de rüyalarda görülecek şeyler olmaktadır. Türk Diyanet İşleri Başkanı, müstakbel gelinin babası Başpiskopos Nikolas, Ekümen Patrik Bartholomeo, T.C. Cumhurbaşkanı ve tüm siyasi protokol, Ermenistan Başkanı ve siyasi protokolü, ABD Başkanı, Rum Ortodoks Kilisesi Ruhani Lideri, Türk Devletleri Liderleri ve daha nice şahsiyetin katılımıyla, tımatıkıs dolmuş olan Ayasofya’da mevlitler okunurken geleneksel evlilik çanları çalınır. Bu Ayasofya’da yüzlerce yıldan sonra ilk defa duyulan çan sesidir. Müslüman ve Hristiyan ahali belki de bir daha asla yaşanmayacak bir hadiseye tanıklık etmektedirler. Birlikte, yan yana dua edebildiklerini görürler.

Mariam ile Ahmet Dünya’nın gündeminin en azından birkaç hafta için sevgi olmasını, aşk olmasını, sevda olmasını, tutku olmasını sağlamışlardır. Nikahı Başpiskopos Nikolas kıyar. Öz kızının yemininin ilk şahidi o olur.

Bundan sonra Dolmabahçe Sarayı’ndaki kutlama yemeğine geçilecektir. Gelin ve damat Ayasofya’dan ayrılmak üzere Sultanahmet Camii’sine bakan ön avluya çıkarlar. Mahşerî bir kalabalık vardır. Etraf konfeti yağmuru, davullar ve zurnalar ve daha nice müzik enstrümanının ahenkleriyle inlemektedir. İşte bu esnada, aniden peşi sıra gelen silah sesleri duyulur. Önce ne olduğu anlaşılamaz ve fakat Mariam’ın bembeyaz gelinliğinin üzerini kaplayan al kırmızı renk… dahasına ne gerek?

Ahmet onun yere yığılan bedenini kavrar “Mariam. Benim Mariam. Lütfen canım. Allah’ım… Dayan lütfen…”

Yalnızca fısıldayabildi son sözünü Türkiye’nin gelini:

“Kez sat gı sirem.”