Zamanın getirdiği yenilenmeleri geleneksel yaşamın dışlanması olarak anlamlandıran algının hepimiz farkındayız. Bu ikilemi biz yaşıyoruz. İlçemiz Domaniç’e baktığımızda dahislerimiz yine aynıdır. Hem isteriz ki ilçemiz mümkün olduğunca hızlı ve fazlaca gelişsin. Esnaf sayısı artsın. Ulusal ve uluslararası ziyaretçi sayısı çoğalsın… Tamam… Ve ancak bununla birlikte isteriz ki rutin ve sakin ortamımız bozulmasın. Ormanlarımız yerli yerinde kalsın.
İşte bu biçimde; geçmişte kalması gerekeni geçmişte bırakmakilerlemenin en ilkel şartlarından biridir. Gelenekse işte gelenek: yenilenmenin en önemli geleneği işe engel teşkil edenden arınmaktır. Eğer “Hz. Peygamberimiz deveye binerdi. Bizde deveye binmeli ve otomobil kullanmamalıyız.” denirse, bu kesinlikle köhne bir hurafedir.
Ancak hayatını hurafelerle kazananlar olduğunu unutmamak gerek. Şu asla unutulmamalı: Çağın gerisinde kalmışı savunanlar bu takıntısal ısrarından daima ve mutlaka getiri sağlıyordur.
Bakınız; giyim-kuşam geçicidir. Zamanla değişir.
İnanç baki kalır.
Yemekler zamanla değişir.
İnanç bakidir.
Sanat-ilim zaman içinde şekillenir.
İnanç halen süreklidir ve aynıdır.
Çünkü inanç, beşeri geleneklerimiz ya da hayatımızı yaşayış standartlarımızla kıyaslanabilecek bir sözcük değildir. Tam teslimiyet hissinin insan için en temel ihtiyaçlardan biri oluşunu tarifleyen kelime olarak inanç ne giyilen kıyafetler ile, ne yenilen yemekler ile, ne de “televizyon günah”, “telefon kafir icadı”, “tekerlekli araç şeytanın arabasıdır” demekle yaşatılamaz.
Kısaca ve net bir biçimde şunu tekrar etmeliyiz: Çağdışını savunan bunu yapmaktan kâr elde ediyordur.
Örneğin İngiltere. Gelmişiz 21. yüzyıla… İngiltere’de halen saltanat var. Monarşi yani. Yani kraliyet var. Bir asil zümre var. Bunlar İngiltere’nin toprağının çoğunun sahipleridir. İngiliz vatandaşlar bir ev sahibi olabilmek için 30 sene boyunca ön ipotek taksitlerini ödüyor. Asiller ise golf müsabakasında bir düke yenildikleri için sinir krizi geçiriyor falan. Onun derdi de o. Peki niye “demokrasinin müstesna örneği” olma iddiasındaki İngiltere bu kraliyet düzenine hapsoluyor? Çünkü bunu savunanlar var. Bunu muhafazakarlık diye yutturuyorlar. Gelenekleri koruduklarını iddia ediyorlar. Bu esnada asil sınıfına dahil olabilmek ümidiyle Dünya’nın 18. yy’da sırtından attığı monarşi mezalimini savunur hale geliyorlar. Çünkü çağdışını savunmaktan kâr elde edenler var.
İlk inananlara duyduğum saygım, sadakatim, borcum sonsuz. Bununla beraber şu da bir gerçek: Hz. Peygamber’in aracılığıyla ilahi anlatı insanlara ulaştırılırken sayısız mucize gerçekleşmiştir. Sadece Hz. Muhammed değil, Hz. İsa ve Hz. Musa’da Kutsal Kitaplar’ı taşırlarken mucizelere öncülük etmişlerdir. Bunları herkes biliyor. Aslında ilk inananlar gözünden baktığımızda bunca mucizeye tanıklık edip halen inanmamak biraz öküzümsülük olurdu. Yani lütfen samimi olalım: Kızıl Deniz’in ikiye ayrıldığını kendi gözlerinle gördükten sonra Allah’a iman etmemek mümkün müdür? Ya da denizin üstünde yüründüğünü ve hatta ölenin diriltildiğini kendi gözlerin ile görünce Allah’a mutlak kulluğu seçmemek olanaklı mıdır? Ay’ın ikiye bölündüğünü, okuyamayanın yazdığını gören gözlerin Yaradan inancı ile dolmaması ihtimal midir? Yani demek istediğim; sahabelerin inancın yolunu seçmeleri için önlerinde yadsınamaz mucizeler vardır. İnşallah Yarab günah yazmaz ve ancak sanki bugün inanmak biraz daha zor. Mucizeleri görmek sanki daha zor. Bizler peygambersiz bir Dünya’da yaşayan insanlarız. Bizimle birlikte nefes alıp veren bir peygamber bulunmuyor. Bu tabii biraz üzücü.
Konu sahabelere gelince şöyle bir durum ortada durmuş bize bakıp “Ne diyeceksin benim hakkımda?” demektedir: “Hz. Peygamber’in sünnetine duyulan saygıdan ötürü” bugün, 2024’te, halen sokaklarda, sağda-solda sahabelerin giyinmiş olduğu kuşam ile endam edenler ortalığı sarmış vaziyettedir. Yahu inancî saygı kılık kıyafetle, takıp takıştırmayla gösterilmez ki. Eğer bu geçmişe saygı ise birileri kalkıp “Ben Hz. Adem Peygamber’ime saygıdan ötürü önüme bir üzüm yaprağı asıp öyle çıkacağım sokağa.” derse ne olacaktır? Kamusal alana üzerinde Napolyon kostümü ile çıkmakla 1.500 yıl öncesinin giyim tarzı ile halka açık alanda boy göstermek arasında aslında pekte bir fark yoktur. İkisi de açıkça sağlıksız.
Ve ancak işte bu çağ gerisinde kalmış giyim tarzını halen savunanlar var. Niye? Çünkü bundan kâr elde ediyorlar. İnsanların gözünde bir ön algı oluşturmaya çalışıyorlar. İstiyorlar ki onlara uzaktan bakan bile “inançlı” olduklarını anlasın. Çünkü onlara göre inancın kuvveti başka insanlara ispatlayabildiğin kadardır.
İmam-hatip okullarını geleneğin bir parçası olarak göstermeye çabalayanlar var. Gerçekçi olalım: Özellikle Türk Selçuklu Devleti ve Türk Osmanlı Devleti’nde eğitim konusu oldukça dikkatlice ele alınırdı. Devlet erkanının eğitimi muazzam üstün bir seviyeyeydi. Bununla birlikte külliyelerde bugünkü akademik eğitimin denginde bir öğrenim çalışması faal idi. Bizler yerde bağdaş kurmuş, kafasında kavuklu öğrencilerin çizildiği resimlere bakarken onların astrofizik, geometri, kimya çalışmakta olduklarını anlayamıyoruz. Ve ancak durum aynen bu idi. Selçuklu ve Osmanlı’da eğitimin temelini matematik ve güzel sanatlar oluşturuyordu. Ta ki 19. yüzyılda isminin önünde “Abdül” olan padişahlar dini eğitim dışında eğitimi yasaklayana kadar. Türk ve Türkçe tarihinde anıtsal yer teşkil eden Gaspıralı İsmail Osmanlı Devleti’nde eğitim konusu ile yaptığı tespitte şöyle demektedir: “Devlet fen okullarını kapayıp tüm eğitimi ilahiyata çevirmekte. Bu Osmanlı Devleti’nin karşılaşmakta olduğu en büyük tehlikedir.” Gerçekten bugün tekrar tarih tekerrür etmekte. Tabii ki imam-hatip okullarına karşı bir duruş takınılmayacak. İmam-hatip iyi, güzel. Güzel de; ülke genelinde 10 tane olursa güzel. Okulların %80’inin imam-hatip olması ise güzel değil. Çünkü bu durumda etrafta cemaatten çok imam dolaşır olur. Niye konu imam-hatiplere geldi? Çünkü bu okulları geleneksel Osmanlı eğitimiymiş gibi yutturmaya gayret edenler var.
Halbuki İslam Uygarlığı şimdiye adapte olan değil, geleceği şekillendiren bir Ümmet’tir. Geçmişte kalması gereken ve bugün abes hale gelmiş takıntılardan arınmış, yarının tasarımını yapan bir kültürüz biz. Çünkü inanç ileriye taşır, geriye değil.
Bugün Dünya’nın en büyük derdi kendini inançla bağdaştıran terördür. Maalesef içinde bulunduğumuz dönemde takım elbiseli teröristler peyda olmuştur. Bunlar silahlı eşkıyalara silah, mühimmat ve para sağlamak için devlet koridorlarında ve bürokraside yer tutan, traşlı-temiz takım elbiseli teröristlerdir. Dergahlara, tarikatlara, zaviyelere, klan ve kültlere yakın dururlar. Ülkelerin demokratik, özgür duruşlarını zedeleyip halk yönetimini yıkıcı faaliyetler içine girerler. Artık silahlı terörist ve silahsız terörist dönemindeyiz.
Bununla beraber terörizm dallanıp budaklanıp çeşitli farklı yollar ve yordamlar edinmekte. Artık resmî terör denen bir şey var. Örneğin İsrail Devleti’nin uygulamakta olduğu ağır şiddet ve vahşet açıkça görülüyor ki teröristik bir mizaç içine girmiştir. Türkiye’de pek gündeme getirilmeyen konu ise İsrail’i yöneten algının Türk Musevîler olduğudur. Evet. Yanlış okumadınız. İnsanlık tarihinde resmi inancı olarak Yahudilik’i belirlemiş ilk devlet Hazar İmparatorluğu’dur. Ve Hazar İmparatorluğu bir Türk Devleti’dir. Bunlar pek anlatılmıyor. Bugün İsrail’in davranışlarına yön verenlerin Türk İbranîler olduğunu bilenler mevcuttur. Aslında durum bundan binlerce yıl öncesini andırıyor. O zamanlar biz Türkler Orta Asya’dayız. Ve dev devlet Çin ile çekişme halindeyiz. Sürekli olarak çatışma vaziyetindeyiz. Ve ne oluyorsa bir şekilde bir Türk soylusu Çin Hanedanı’nı ele geçirmenin yolunu buluyor. Bunu evlilik aracılığıyla yapıyor ve bir bakıyoruz bir anda Çin Devleti’nin yönetim kadrosu Türk halini almış. Tabgaç Hanedanlığı deniliyordu buna. Türkler’inÇin’i yönettiği dönem. Ve işin en acayip tarafı şu: Tabgaç’ınilk işi Türkler’e saldırmak olmuştur. Yenisey ve Orhun Kitabeleri’nde bu mevzular anlatılmıştır.
Yani kıssadan hisse: Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur. Ve Türk’ün Türk’ten güçlü düşmanı yoktur.
Dini sembol ve simgeleri gündelik hayatında kendisine avantaj sunsun diye teşhir edenlerin samimiyetsizliği İslam İnancı’na zarar verdi ve vermekte. Eskiyi şimdiye alternatif görmek ilerici bir yaklaşım değildir. İnanç eskimez. Eskicilik inancı temsil etmez. Bağnazlık bizi geriye götürür. Geride kalmak ise İslam’a yakışmaz.