Sonbahar Domaniç'te bir başka güzeldir. Dağlarda taşlarda, bağlarda bahçelerde altın sarısı, elma kırmızısı, pastel yeşili renk çümbüşü… 

Sararmaya yüz tutmuş yaprakların arasında, gelinlik kız endamıyla salınır Bulamır'ın pembe çavuş üzümü.

Köylü, kışlık odununu hazırlamakla meşguldür. Gençler kendi arasında gruplaşır, yarın sizin odunları, ertesi günü bizim odunları keseriz diye sözleşir. 

O tarihlerde köyde henüz kesim motoru diye bir şey yoktu. Testere bile birkaç kişide vardı ve elden ele dolaşırdı. İki kişi günlerce kalın odunları testere çekerek keserdi.

Bizim odunlar gelmiş evin önüne kesilme sırasını beklerken abim arkadaşlarını ayarlamış, annem de evde kabartmaları pişiriyordu.

Bir yandan odunlar kesilirken diğer taraftan da teypten teybe yeni kasetler doldurulacaktı. Eskiden buna imkân yoktu. Babam Almanya'dan bir ara kablosu getirmiş, sesli ortamda bile kayıt yapabiliyorsun. Tek yapman gereken, türkü başlayınca REC düğmesine basacaksın, türkü bitince de PAUSE düğmesine basacak yeni türküyü ayarlayacaksın. “Teknoloji böyle bişi” diyordu büyükler.  

Havada pırıl pırıl bir güneş, bizim odun işçileri değirmenin orada göründüler. Sırtlarında baltalar, yokuş aşağı neşeli neşeli geliyorlardı. Kabartma kokusunu da almış olmalılar…

Annem çayları, kabartmaları sofraya hazırlarken Abim'de odunculara istedikleri türküleri çekeceği sistemi kurmuş, ikinci teybin gelmesini bekliyordu.

Bizim akrabaların içinde sevimlimi sevimli, tatlımı tatlı, adam mı adam, dargınları barıştıran, sevenleri kavuşturan, herkesin yardımına koşan bi ibram a vardı. Annesi küçükken “ ibişim” diye severmiş de. İbiş İbram derlerdi. Kara bi eşeği vardı. Onunla üzüm toplar satar, odun keser satar, iş çıkarsa da ustalık yapardı.

Ben de onun küçük baltasını getirdim ki küçük dalları ben kesecektim. İşe yarayacağım içinde çok mutluydum.  

Bizim İbram ağa üzümleri satıp parayı cebe indirdikten sonra Bursa'ya ameliyata gitmişti. ' Köpek kılı ciğerlerinde iltihap yapmış o yüzden nefes almada zorlanıyor' derlerdi.

Yetmişlerin sonu, teypte Mersinli İsmail; 'Sokaklarda Boynu bükük dolaşma ! El kapısına varma Yavrum ! Baba diye diye ağlama yavrum!' türküsünü söylüyor, teyplerden biri çalarken diğeri de kaydediyordu. Evin avlusunda oduncular küt küt odun keserken, hafif esen rüzgâr, altın sarısı yaprakları dallarından koparıyor, kopan yapraklar hüzünle ağaçlardan ayrılıp süzüle süzüle uçup gidiyordu.
 
Sarı bir Ford minibüs göründü uzaklarda. Bagajın da uzun bir halıya sarılmış bir şeyle tozu dumana katarak köye doğru geliyordu…

Sülalenin biricik ibiş İbram'ı, 47 yaşında ameliyat masasında kalmış !!! 
Biri ilkokula yeni başlamış üç çocuk, henüz yeni doğmuş öpmeye kıyamadığı bir torun ve koca sülale yıkıldık o gün. 

O sonbahardan bu sonbahara 45 yıl geçti ve biz hala İbram ağayı anar ve ağlarız!