İlk torun sahibi olanlar derler ya; “Bütün torunlar tatlıdır belki ama benimki bir başka!”
Ya da ilk araba, motosiklet, traktör — adı her neyse — alanlar, “Benim motor bir başka” derler ya...
İşte ben de yıllardır bitmeyen bir aşkla, “Benim Domaniç’im bir başka!” demekten kendimi alıkoyamıyorum.
Bizim siyasilerin dediği gibi; biz gelmeden önce Domaniç dağlarını duyan, gören, bilen yoktu.
Kışın karlı dağlarını, yazın serin sularını, sonbaharda yeşilin her tonunu sunan; görseli ayrı, mantarı, böğürtleni, kestanesi, fındığı, alıcısı ayrı — aklına ne gelirse doğanın vereceği tüm güzellikleri, tatları sunan bereketli dağlarımızın güzelliğine doyamıyor; bu güzelliği herkes görsün, duysun, sevsin diye sürekli tanıtım videoları çekip, çalıştığımız ajanslar ve gazetemiz aracılığıyla milyonlara ulaştırıyoruz.
Her yıl dağlarımıza yürüyüşe, kampa, pikniğe gelenlerin sayısı artıyor.
İnsanımız bunu fırsat bilip nasibini dağlarda arayacağına, dağlarımızı butik kafe, büfe, çay bahçesi, köy pazarı gibi işletmelerle dolduracağına; olmadık işlerle uğraşıp birbirini yiyor.
Heyelanlı bölgeye taşlar düşüyor haberimizden rahatsız olup, “Bunların derdi bizi kötülemek, partimizi kötülemek!” diye bize sövenler; yolun kenarına taş duvarlar çekilince “Biz yaptırdık!” diye hava atarken; yolun genişlemesi, halkın bu güzergahtan daha çok yararlanması için hiçbir girişimde bulunmazken, “Yol sıkıntı” diyenlerin ağzına tünel balı sürüp işi sallıyorlar.
Yıllardır defalarca ama defalarca yazdık, çizdik.
Domaniç dağlarında yürüyüşe gelenlere:
“Domaniç dağlarından toplanan doğal kekik çayı satın, bardakta tarhana çorbası satın, kozalak şurubu satın, mısır satın, et-balık ızgara yapıp satın, ahşaptan, yünden, ipten el yapımı hediyelikler satın.” dedikçe; bin bir bahanenin yanında, bir de yapanları şikayet edip üç kuruş kazananların üstüne maliyeyi salanlarımız işin cabası.
Domaniçliler uyurken Harmancık adliyesini geri kazandı.
Domaniç uyurken, dağın İnegöl tarafında İnegöllüler köşe başlarını tutup çay bahçeleri açmaya başladı.
Domaniçliler üç beş oylarıyla siyasi partilere ahkam keserken; “Oyumuz sizin, sizi biz kazandırdık, kazandırırız.” derken, el âlem kendi ekmeğinin peşinde; kendi Tavşanlı’sı, kendi İnegöl’ü için canla başla çalışırken biz hâlâ “İnegöl’e mi bağlansak, Kütahya’da mı kalsak?” derdindeyiz.
Bazen biz gerçekten yörük müyüz diye şüphelenmeye başladım.
Yörük dediğin, Türk’ün safkan öz evladıdır.
Yörük, emir almayı, başkalarının emri altında çalışmayı, başka ülkelerin hegemonyasını kabul etmez.
Yörük doğayı sever, doğadan geçinir.
Atatürk’ün dediği gibi: “Bağımsızlık, Yörüğün en büyük tutkusudur.”
Tamam, binlerce yıl içinde çok değişimlere uğradık; çeşitli kültürlerin etkisi altında kaldık.
Kimi zaman savaşlarla, kimi zaman din değiştirme ya da kültür erozyonuna uğrama gibi sorunlarla karşılaştık.
Ama değişmeyen, kanımızdaki bağımsızlık ruhunu kaybetmiş olamayız!
Çin’den çıkıp Macaristan’a kadar giden, bir dönem yüzlerce yıl dünyaya hükmeden millet bizim milletimiz.
15 devletini yıkıp 16. devletini kuran ama bir türlü akıllanmayan, her yeni devleti kendi içinde yıkmak için çalışan birilerini görmeyen de biziz.
Ama lütfen kaderimize de razı olalım. Biz Türk’üz, yörüğüz; ekmeğimizi el kapılarında değil, doğanın bağrından alan nadir milletlerdeniz.
“Gençken neredeydin?” demeyin.
Kendi isteğim dışında el kapılarında çalıştırılıyordum.
Ah ben bir genç olsaydım!
Doğanın yeniden trend olduğu şu yıllarda, Domaniç dağlarında neler yapardım neler…