Bundan 200 yıl önce insanların %20'si hastalıktan, doğan bebeklerin beşte ikisi doğumda ölüyordu. Tıp ilerledi mi? Bunu sormadan evvel şunu demek gerekiyor: belli ki tıp olmuş. İleri mi geri mi onu tabiplerin tartışması hatiplerin tartışmasından daha doğru olabilir. Yalnızca bu konu böyledir. Fizisistlerin genel yargılamalar yapmaları çoğunlukla anlık gelişmelere odaklandıkları için neredeyse imkansız gibidir aslında. Hatip ise tartışma esnasında kelimesini sınırlayıcı unsurları ortadan kaldırır.

İş Sağlığı ve Güvenliği Yüksek Lisans eğitimimi neredeyse 10 yıl önce tamamladım. Bu beni bir sağlık uzmanı yapar mı? Hayır. Ancak sağlık mecrasına yabancı kalmamı engeller.
Hepimizi etkileyecek ve sağlığımıza şifa ekleyecek gelişmeler mutlaka vardır. Nedir bunlardan öne çıkanlar mesela; dediğimiz zaman mikrobotlar işin içine giriyor. Bu arkadaşlar insanın en küçük bileşeni olan hücrelerin aynı büyüklüğünde ve ancak elektronik olarak üretilmiş yapay hücreler. Robotlar. Ve mikro boyutta. Yani minicikten de öte. Bunun fabrikası ayakkabı kutusu kadar bir şey! Ancak binlerce metre karelik Mercedes Fabrikası kadar para ediyor adeta. Bu mikrobotlardan trilyonlarca üretiliyor. Sonra şırınga ile vücuda zerk ediliyor. Ve bu robot hücreler başlıyor hastalıklı hücrelerle mücadeleye! Vücutta bir tane bile hastalıklı hücre kalmayana kadar devam ediyor ve sonra kendilerini kalıntı bırakmayacak bir biçimde imha ediyorlar!
Aslında bildiğimiz aşı da bunun gibi zaten diyebiliriz. Ve ancak burada hücre ebatında robotçuklar üretmekten bahsediliyor.
Bu tip bir gelişmenin herkese yaygın hale gelmesi ayrı bir merhale. Hayat kurtaran tedavileri bulmak ile bunları herkese uygulanabilir hale getirmek arasında fark var tabii. İnsanları perişan eden bir hastalık: kanser… Allah muhafaza. Gerçekten çok gaddar ve amansız bir hastalık. Bu hastalığın tedavisinde uygulanan kemoterapinin sağlıklı ve sağlıksız ayırt etmeden tüm hücreleri öldürdüğünü biliyoruz. Mikrobotlar bu konuda bir devrim aslında. Yalnızca hastalıklı hücreler ortadan kaldırılıyor bu uygulamada.

Eğer ölçeğimiz mikro seviyesine indiyse bir de şu konuyu gündeme getirelim: Mikroplastikler. Dünya'da milyonlarca ton plastik atığın mikronluk parçalara bölünerek havaya karıştıklarını ve hiçbir sınır tanımadan tüm gezegendeki atmosferin parçası haline geldiklerini anlamamız vakit aldı. Ciddi ciddi plastik solumaya başladığımızı, birçok hastalığın bu sebeple peyda olduğu anladık. Ve ancak anlamak bunu nasıl tersine çevirebileceğimiz hakkında bize bir sunum yapmadı. Hakikaten bu illetle nasıl başa çıkılacağı ile ilgili net ve kesin bir yöntem bulunmuyor.
Ben kara yosunları bizi kurtarabilir belki diye ümit ediyorum. Eğer özellikle plastikten hoşlanan ve çok yayılmacı bir kara yosunu türetebilirsek belki Dünya coğrafyasının neredeyse %10'unu kaplayan kara yosunları havayı temizleyebilir.
Mevcut durum şöyle: Eğer doğaya bugün plastik atmayı durdurursak hava kendi kondisyonuna yaklaşık 5.000 sene de dönüyor. Görmüyoruz onları. Mikropları göremediğimiz gibi. Yemeklerin üstüne yerleşiyorlar, kıyafetlerimizde ve yatağımızdalar. Her yerdeler. Mikroplastikler.
Tabii Türkiye'yi Dünya'nın çöplüğü haline getiren bir yönetim algısının etkisinde bir vatandaş olarak bu konu hakkında aslında hiçbir şey demeye hakkım bulunmuyor. Yani Türkiye uluslararası çöpün boşaltıldığı yer haline getirildi. Ve bu böyle olmaya devam ettikçe kimse Türk'ün mikroplastikler hakkında ne dediğini falan tınlamayacaktır.

Tıp ilmi ölçeğinde artık elle tutulamayan, gözle görülemeyen uygulamaların kullanıldığı görülüyor. Aklî programlama ile insanların belli bazı hastalıkları yenmeleri mümkün hale geliyor. Hatta bazı örneklerde bu yöntemlerin ilaç veya direkt tedaviden bile etkin olduğu görülebiliyor.
Şartlanmalar… Bu konuyu şöyle anlatabiliriz: Adamı gaz odasına koyduğumuza onu inandırıp gaz yerine içeri kolonya sıktığımızda adam ölüyor. Zaten idam cezası almıştı. Tecavüzcü, katil bir herifmiş. Pek kafaya takmayın yani. Burada önemli olan şartlanmanın kuvveti.
Bir başka adamı sırtına kaynar su döküleceğine inandırıyorlar. Adam şartlanıyor. Ve aniden arkasından buz gibi soğuk su döküyorlar. Adam feryat ediyor. Acı içinde kıvranıyor ve dahası sonrasında vücudunda yanık yaraları oluşuyor!
Bunlar gerçek.
Peki tüm insanlığı etkisi altına alan bir şartlanmaya bakınız lütfen değerli Domaniçliler; Daima 100'e odaklıyız. Hep 100! Varsa yoksa 100! Televizyon kumandasının sesi 100'e kadar, hız limiti 100km/s, video oyunlarında enerji hep 100 ile ifade ediliyor, ilaçlar 100 gr falan… Her şey 100 odaklı.
İşte bu, yüz sayısını bilinçaltımıza bir sınır olarak yerleştirmemize sebep oluyor. İnsanların vücutlarına, beyinlerine bakıyoruz; daha rahat 50-60 sene yaşar. Ama yaşamıyor. Niye? Çünkü yaşı 100'e yaklaşınca ölüme yaklaştığını sanıyor. Niye? Çünkü hayat onu 100 sayısına şartlamış. Her yerde yüz!

Uzun yaşam bir sağlık göstergesidir tabii. Ve ancak durum biraz çetrefilli. Mesela bu beyefendi tam 160 yaşında. Adam 80 yaşındayken Arjantin'de 4.000 nüfuslu bir kasabaya yerleşmiş. Herkese “Ben 45 yaşındayım.” demiş. Ve inandırmış! Çünkü gerçekten genç görünüyormuş. Eğer göç etmeseydi kendisini 45 hissetmesine rağmen herkes gerçek yaşını bildiği için 80 olacaktı. Böylece Arjantin'de 90 yaşına geldiğinde aslında 160. yaşına girmiş oluyordu. Yani yaş hakkında oluşturulacak intiba uzun yaşamın yöntemlerinden biri aslında.

İnsanlığın en beter hastalığı nedir sorusu hep sorulageldi. İnsanın temel güdüsünde kendi türünü korumak vardır. Evet. Aslında en temel reflekslerimizden biri kendi türdeşimizi korumaktır. Ve ancak… Kabil Habil'e kıydı. Yani Kabil'e bir hastalık bulaştı. Çünkü kendi türümüzü öldürmek bizim genlerimizde aslında yok. Kabil'e Dünyevî olmadığını düşündüğümüz bir hastalık bulaştı. Bunun tek açıklaması bu. Ve biz bu hastalığı taşıyoruz. Kabil'den mütevellit. Ve biz bu hastalığı teşhis edemiyoruz. Öngöremiyoruz.
Bazı hastalıklar tedavi edilemez. Bunlar hakkında yapılması gereken kabullenmek, farkında olmak ve hastalığın bilinciyle hayata devam etmektir. Bu hastalıklarla nasıl yaşayabileceğimizi anlatan temel kaynaklarımız Kutsal Kitaplar'dır.

İnsan vücudu ile ilgili bilgimiz arttıkça kendi vücudumuza olan güvenimiz artıyor. Şuna ne buyurursunuz; Bir insanın beden sıcaklığı en fazla 38.2°C olabilir. Bundan fazlası risktir. Gelin görün ki bazı günler oluyor; ortalık 43°C kavruluyor. Ve biz bu sıcakta yürüyoruz. Gidiyoruz. Geliyoruz. İşimizi görüyoruz. Nasıl oluyor bu? Bizim vücut sıcaklığımız en fazla 38.2°C olabiliyorsa 43°C'lik ortam bize ölümcül olmuyor mu?
Vücut muhteşem bir metabolizma tabii ki. Böyle durumlarda organlar koordinasyonlu olarak tepki veriyor. Kalp ritim hızlandırıp kanın sirkülasyon hızını artırarak daha soğuk kalmasını sağlıyor. Kırılgan olduğumuz muhakkak. Ve fakat papatya da değiliz yani.

Gizli Doktorlar Örgütü… Son sınıf, son derse kadar okula devam edip sonra mezun olmadan sırra kadem basarlar. Tüm hekimsel bilgi ve pratiğe haizdirler. Ancak mezun olmadıkları için resmen doktor değildirler. Doktorların bildiğini bilip doktor olmamak bir tehdit olarak görülür. Bu sebeple etrafta Şifacı, Fıtıkçı, Meditasyonel Terapist vs sıfatında kişileri derhal Sağlık Bakanlığı'na bildiriniz. Sahte doktor vakalarında fırlama var yahu.
“Hocam daha evvel muayene eden doktor en az 50.000 Liralık bir ödemeden bahsetti.”
“Hmm… Yav ben bunu on bine yaparım be!”
Şimdi bu nasıl doktor?
Peki ilk bahsedilen nasıl doktor?
Bir de kodlar falan var. Kırmızı kod neydi hocam? Doktor. Sağdan sola Rot Kod. Almanca bu yahu!
Türkiye'de doktorlar bir gün siyah önlük giysin bence. Yapılmamış bir şeyler yapmak gerekli. Çünkü canımızı teslim ettiğimiz insanların dev bir çoğunluğu huzursuz, mutsuz ve geçim sıkıntısı içinde. Doktor hastasına “Sağ olun. Sayenizde kirada oturuyorum.” mu desin?