Varlar. Ve her zaman olacaklar. İnsan ve yaratıklar. Ademoğlu ve Budist. Müslüman ve gayrimüslim. Türk ve yabancı. Diğer daima olacaktır. Ve lâkin diğerin hep düşmancıl algılanması bir tür önyargı yanılsamasıdır. Diğerleştirme diğer olanın anlaşılmasını kolaylayabilir.

“Adam sofraya oturmadan evvel ellerini yıkamadı.”

“Onların ülkesinde su kıtlığından dolayı böyle bir adet yok abi.”

“Heğ… Anladım.”

“Adam camide yalın ayak dolaşıyor.”

“Onların memleketinde her yere yalın ayak gidiliyormuş.”

“Vay deny… Hmm… Saygı duymak lazım herhalde.”

Örneklerden anlaşılacağı üzere ötekileştirmek kabullenmeyi kolaylaştırıcı olabilmektedir. Bizden birisi yapsa olay olacak hata başka bir kültür üyesi tarafından yapılınca hoşgörü ile karşılanabiliyor. Biz vatandaşların resmî temsilcisi olan devletimiz diğerleriyle münasebetlerinde Dış İşleri Bakanlığı ve tüm Hariciye kadrosunu kullanır. Türkiye’nin uluslararası mevzuları… Konu bu aslında.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin uzun zamandır çözümü bekleyen ve kronikleşmiş uluslararası davaları nelerdir hatırlayalım;

-Avrupa Birliği (AB) ile birleşimin sağlanması

-Kıbrıs Türk’ünün varlık hakkının tanınması

-Suriye’de adil ve güvenli bir yapının oluşmasının sağlanması

-Kırım’da Türk’ün özlük haklarının garanti altına alınması

-Ege Denizi’ni bir Yunan iç denizi haline getirmeye çalışan uygulamaların bertarafının sağlanması

Bunlarla beraber insanlığımızdan mütevellit sorumluluğumuz olan küresel mevzular var;

-Hızla yaygınlaşan susuzluk sorunu hakkında yapıcı ve üretken faaliyetlerin devletlerce finanse edilmesini sağlayacak olan fikir birliğine insanlığı ulaştırmak için elimizden gelenin yapılması

-Özellikle bölgemizde yaygınlaşması an meselesi olan nükleer silahlardan Dünya’nın arındırılması ve nükleer silahsızlanma antlaşması önergesinin Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’na sunulması

-Filistin ve Ukrayna üzerinde ki İsrail ve Rus mezaliminin durdurulması için gereken her türlü tedbirin alınması ve Rusya ile İsrail üzerinde tam ambargo tartışmalarının dile gelmesine vesile olunması

-Dünyamızda 1 milyarı aşkın insanın okur-yazarlığı bulunmamaktadır. Bu aslında okur-yazarların ayıbıdır. Onlara Kutsal Kitabı anlamalarını sağlayacak yetiyi öğretmeye imtina etmişiz. Bunun değişmesi için öncü rol üstlenilmesi

Görüyorsunuz ki takvim alabildiğince dolu. Peki Türkiye’nin bu mecralarda performansı nedir?

Açık ve net ifade etmek gerekirse… Elin bildiğini dosttan sakınmamak icap ederse… Samimi olarak ve hakikaten demek lüzumu var ise; Komple fiyasko! İşte bizim son 23 yıldır yaşadığımız bu!

Peki bu niye böyle? Çünkü Hariciye kadrosu yanlış bina edildi. Bundan 25 yıl önce Türk diplomatlar Dünya’da girdikleri ortamda parmakla işaret edilirdi. Bilgisiyle, kültürüyle, kabiliyetleriyle üstün donanımlı Türk Hariciye yetkilileri Dünyaca saygı görmekte idiler. Sonra işte bu hükümet geldi. Hırsla

kadrolaştı. Hariciye en iştah kabartan atama mecrası idi. Onun bunun çocuğu, yeğeni farklı ülkelerde görevlendirilir oldu. Bırakın gittikleri ülkeler hakkında bir bilgi sahibi olmayı, çoğu bırakın gittiği ülkenin dilini bilmeyi, İngilizce bile bilmiyordu. Durum şu anda halen böyle. Türk Dış İşleri’nin 700 senelik prestiji darmadağın edildi. Yahu Diyanet İşleri Başkanları Arapça konuşamıyor bu memlekette! Daha bunun dahası var mı yani?

-AB ile bütünleşme süreci 1960 Ankara Antlaşması ile devletimiz T. C.’nin resmî plan ve programına dahil olmuştur. Bunun doğruluğu ya da yanlışlığı tartışılabilir. Ve ancak beyhudedir. Çünkü; bu devletin yetiştirdiği en iyi hukukçular, tarihçiler, her daldan akademisyenler ve siyasal kadrolar cümbür cemaat araştırdı. Baktı. Tarttı. Ve dedi ki “Evet. Avrupa ile bütün olmamız iyi olandır.”. Yani kararı verdi devlet ve imza koyuldu.

Bugün eğer Türkiye AB üyesi olmuş olsaydı bebek cesetleri Akdeniz sahillerine vurmayacaktı. Türkiye’nin AB olması İslam’ın faydasınadır. İnsanlığın faydasınadır. Bunları devletimiz zaten yeteri kadar soruşturduktan sonra kararı verdi ve bu yolda onlarca yıl devlet insanlarımız mesai verdiler.

Şu anki yönetim ise Avrupa ile ilişkileri donma noktasına getirdi. Devletin mesaisi, emeği, vakti harcandı, heba edildi, israf edildi.

Gerçekçi olmak gerek: AB Gürcistan ve Ermenistan’ın üyeliğini tartışıyor. Bu harita üzerinde Türkiye’yi atlayıp bu ülkeleri birliğe alma yolu seçilirse bu açık düşmancıl tavır olarak algılanabilir. Ayrıca Dünya insanları Avrupalılar'ı kendilerine uzak görüyorlar. Yüksek sosyal standartlar içerisinde yaşayan şımarık bir topluluk olarak görülüyor Avrupalılar. Açık ve demokratik bir İslam ülkesi olan Türkiye’nin AB’de olması birliğin imajına büyük katkıda bulunacaktır. Bunlara ilave olarak eğer Türkiye AB olursa AB ile İsrail arasında sadece Suriye kalacaktır. Suriye’de ise Türkmeneli Cumhuriyeti’nin meydana gelmesi halinde AB tamamlanacaktır. Roma, İstanbul ve Kudüs aynı sınır içinde olacaktır.

Ancak bunlar Amerikan Anayasası’nı bile okumamış Hariciye kadrosu ile çapulcu görünümüne kavuşmuş dış işleri personeliyle olmaz. Olmadı.

-Kıbrıs hakkında mevcut yönetim 23 sene de bir tek adım dahi atmadı. 23 sene geçti ve biz halen Kıbrıs’taki haklılığımızı onlara anlatamadık.

Kıbrıs’ta üç taraf var: Türk, Rum ve İngiliz. İngiliz’in bir sıkıntısı yok. Adadaki sembolik temsili devam ettikçe bir sorun çıkarmıyor. Adada durum aslında iki taraf arasında: Türk ve Rum. Rum diyor ki “Ben haklıyım.”, biz diyoruz ki “Sen haklısın. Ben haklıyım. İkimizde haklıyız.” Rum bunu kabullenmek istemiyor. Durumu histerik. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) suyunu Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) tedarik ediyor. Ve GKRY halen KKTC üzerinde uluslararası ambargo dayatmasının sürmesi için politika güdüyor.

Bugün KKTC’nin uluslararası tanınırlığının olmamasının tek sebebi performansı rezalet Hariciye kadrolarımızdır. Anlatamıyorlar. Açıklayamıyorlar. İzah etmiyorlar. Edemiyorlar. Kabiliyetleri kifayetsiz. Farklı ülkelerde ki Türk nüfusa bu konu ile ilgili seminerler, sempozyumlar düzenlenmiyor. Konu hakkında faal değiliz. Yurt dışında yaşayan her Türk Türk’ün Kıbrıs Davası’nı izah edebilmeyi bilmelidir. Bu ancak böyle olur.

A Milli Futbol Takımı’nda KKTC liginden bir oyuncu olur… Galatasaray’da Girneli, Lefkoşalı sporcu olur… Dünya’nın en büyük deniz fenerini Kuzey Kıbrıs’a inşa etmek olur… Türk vatandaşlarının her türlü uluslararası yayınlarında Kıbrıs’ı konu etmek olur… Türkiye ve Mısır’ın katılımıyla Türkiye-KKTC-Mısır ortak askerî tatbikatı düzenlemek olur… Pekin’den Ercan Havalimanı’na direkt uçuş tertiplemek olur… Yapabileceklerimiz sınırsız. Ve ancak hantal ve sülüksü bir biçimde hava atmak için Dış İşleri kadrosuna atanan kadrolar ile bunların hiç… Hiç! Hiç birini yapamıyoruz.

-Suriye’de bizim açımızdan durumun özeti şu: Suriye’de iç karışıklık çıktı. İsrail’in Suriye’yi işgali operasyonu öncesi Suriye’nin iç çatışmaya girmesi için ülke genelinde yaygın tüm terörist gruplara herkes bol bol destek verdi. Esad ne yapacağını şaşırmış halde bu duruma silah ile müdahale etti. Bu esnada işin dozunu ayarlayamadı ve sivil kıyımları rutin hale geldi. Bu esnada bizler “Aman Suriye’de savaşa girmeyelim! Ekonomimiz mahvolur!” diye feryatlar ediyorduk. İktidar ve muhalefet bu konuda hem fikirdi. Türkler savaşmayı ülkenin kaldıramayacağına bir güzel ikna edildi. Sonra Suriye’den 4 milyon mülteci Türkiye’ye geldi. Suriye nüfusunun %6’sı öldü. Türkiye zamanında Suriye’ye askerî operasyon yapsaydı ne olurdu? Olacağı şuydu: %6 ölüm olmayacaktı bu bir. 4 milyon mülteci Türkiye’ye gelmeyecekti bu iki. 4 milyon mültecinin ekonomik külfeti mi daha ağırdır 72 saatlik bir askerî manevra mı? TSK Dünya’nın en dikkat çekici ordusu konumundayken niye? Neden? Ben söyleyeyim neden: Korkaklıktan.

Şimdi Suriye’de El-Kaide iktidar olmuş vaziyette. Küresel çapta alarm: Terör devletleşiyor! PKK’da buna bir örnek…

Türkiye için çözüm Suriye-Irak-İran sınırına duvar çekmek olarak görünüyor. Buralar Türkiye’ye terör ihraç ediyor.

-Kırım konusunda Türkiye’deki tepkisizlik hali ciddi mertebede utanç verici. Kırım Türk diyarıdır. Bunu hangi aklı başında tarihçiye sorsanız aynısını söyleyecektir. Türkiye’deki milyonlarca vatandaşımızın kökeni Kırım’a dayanır. Sülalesinde Tatar olmayan var mıdır?

Mevcut yönetim tıpkı diğer konularda olduğu gibi sanki ortada Kırım diye bir ihtilaf yokmuş gibi bir hava takınıyor.

Türkler’in asimile edilmesine göz mü yumacağız? Camilerin bakımsızlıktan çürümelerine göz mü yumacağız? Sokaklardaki, caddelerdeki, dükkanlardaki Türkçe’nin kaldırılmasına göz mü yumacağız?

Yahu resmen “Kırım’ı işgal eden etsin. Beni ırgalamaz.” diyen bir yönetim anlayışı mevcut şu an memlekette.

Ekonomik yetersizlik bunlara bahane olamaz. Hakkını, toprağını koruyamayanın ekonomisi tabii ki yandan yer.

Kırım’ın bağımsızlığını savunmamız yerinde olabilir. Kırım’ın garantörü olmamız uygun olabilir.

Ne olursa olsun; Kırım hakkında bir şeyler yapmalıyız. Ve bu Rus diktatör Putin’le sarmaş dolaş fotoğraflar vermeyi içermiyor. Adam gibi bir şeyler yapmalıyız. Uzun elli adam gibi değil.

-Ege Denizi Anlaşmazlığı nedir? Kısa özet: Ege Denizi’nin karşı sahili Yunanistan diyor ki; “Ege Denizi açık denizdir. Bu sebeple sahilden 12 mil açığa kadar benim karasularımdır.” Tabii Yunanlar’ın Ege’de haksızca elde ettiği adalara bakınca şu hemen anlaşılıyor: Eğer Yunanistan’ın bu iddiası kabul görürse Çanakkale Boğazı’ndan çıkan bir geminin Yunan karasularına girmeden Akdeniz’e çıkması mümkün olmayacaktır. Hatta uluslararası sular ortadan kalkacaktır.

İşin aslı; Ege Denizi yarı açık bir denizdir. Güney’i tüm denizlere açıktır. Kuzey cenabı ise kapalıdır. Karadeniz’in kapalı deniz oluşu bu sonucu doğurur.

Biz haklı tarafız. Ve ancak Yunanistan’ın gayesi farklı. Onlar istiyor ki biz Türkiye’den yüzerek gidebildiğimiz adaların nasıl başka bir ülkeye ait oluyor olmasını sorgulayıp bu konunun tamiri ve düzeltilmesi için mesai içerisine girmeyelim.

Anadolu’nun doğal uzantısı olan ve bu gerçeğin coğrafi olarak rahatça gözlenebildiği adaların mülki aidiyet haklarının onların tabi sahibi Türkiye’ye iadesi için diyet mi verelim? Ya da Ege’de Yunan

adaları ile münasebeti ve ticareti yasaklayalım mı? Bu adaların Türkiye’ye bağımlı olduklarını bu coğrafyayı bilen herkes biliyor.

Lütfen dikkat ediniz: Türkiye’nin mevcut yönetimi bu mecralarda tamamen etkisiz vaziyette. “Soruna dokunmazsan sorunun olmaz.” felsefesine inanan bir yönetim var. Adeta Yunan filozofisi gibi yani. İşin gerçeği ise aslında şudur: Sorun dokunulmadıkça büyür. Artık sorunlara çare olmasını beklemiş olduğumuz ve ancak sorunun bizzat kendisi olmuş bir yönetimimiz var.

-Su krizi bölgesel bir sorun değildir. Su gezegeni Dünya’da küresel su kaosunun kapıda olduğu net olarak görülebiliyor. Nijer’in nüfusunun önümüzdeki 30 senede 200 milyon artacağı öngörülüyor ve adamlarda su yok! Yemen’in 2030’da tamamen susuz kalacağı öngörülüyor. Bunlar küresel krizlere ve çatışmalara yol açabilecektir. Dünya’nın dört bir yanında terörist faaliyetler artabilecektir. Bu konu sadece bir güvenlik konusu değil, ayrıca bir hayat idame konusu.

Durum aslında umut verici: Dünya’da herkese yetecek kadar tatlı su var. Dünya’nın toplam suyunun %2,5 kadar kısmı içilebilir su. Ve bu muazzam bir miktardır. Dünya’daki yerleşi alanlarının gezegenimizin %3’ü olduğunu göz ardı etmezsek içme suyumuzun ne kadar çok olduğunu anlayabiliriz. Peki problem ne o zaman? Efendim; bizler suyun küresel dağıtımını yapmıyoruz. Yani petrol ve doğalgaz için uluslararası ve kıtalararası borular döşüyoruz ve ancak iş uluslararası su yolları oluşturmaya gelince tembelleşiyoruz. Bir yerden bir yere su taşımak bir yerin suyunu başka bir yere taşımak anlamını taşımıyor pek. Yani örneğin Norveç’te her sene yağan karlar bahar mevsimi gelip eridiğinde muhteşem miktarda tatlı su dokunulmadan denize akmaktadır. Bu suyu alıp Afrika’nın ortasına taşımak insanlık adına gerçek bir başarı olabilecektir.

Kullanılmadan denize akan suların deniz seviyesini yükselttiğini, bunun ise kutup buzullarının erimesini hızlandırdığını, bunun ise atmosferik dengeyi bozup küresel ısınmaya yol açtığını, bunun ise kuraklığı tetiklediğini biliyoruz.

Bunları mevcut su havzalarımızı bile korumayan bir yönetimin gölgesinde kelimelendiriyor olmak moral bozucu.

-Nükleer silahsızlanma imkansız değildir. Şu anda halihazırda 14 ülkede nükleer silahlar var. Türkiye bunlardan biri. 14 sayısı aslında ümitsiz olunacak kadar çok yüksek bir sayı değil. Ve ancak 2050’ye kadar nükleer silah sahibi ülke sayısının 50’ye dayanabileceğinden endişe ediliyor. Böyle bir durumda bu kitlesel imha silahlarının takibi ve kontrolü çok güçleşecektir. Bu ölümcül tehdidin en iyi savunması bu silahlardan kurtulmaktır. Hazır ülke sayısı 14 iken bu konu üzerinde antlaşma sağlayıp nükleer silah üretimini tamamen yasaklayabilmeliyiz.

İşte böyle saygıdeğer Domaniçliler. Bu gibi anlatıları Dünya’ya anlatmaktan aciz, torpilli dış işleri personel yapısından Hariciye’yi arındırmadıkça, yönetimsel değişiklik/tazelenme yapılmadıkça bizim Meclis’imize de bomba düşer, 40.000 Türk’ün katili Apoş da “Sayın” haline gelir, Lira’da “Liracık” olur, çalışırken ölmek de “fıtrat” olur, “Türk” demek de ırkçılık addedilir, “Canavar Sisi” bir bakmışsın “kadim dost” olur… Olur olur… Oluru var mı?.. Bunların hepsi oldu yahu!

Devletimizi kalitenin idare etmesi ümidimizi kaybetmeden yenilik yaşanmayan “Yeni Türkiye” dayatmasından ve göz boyamasından arınıp Türkiyem düsturumuzu hafızamızda canlı tutabilmemizi temenni eder ve iyi hafta sonları dilerim.