Neredeyse daima ışığa karşı yoğun bir ilgim oldu. 10 yaşımda kullanmaya başladığım gözlüğün bana kazandırdığı gözlüksüzken gördüklerimdi. Herhangi bir ışık kaynağına yaklaşık 20 metre mesafeden gözlüksüz bakıldığında ışığın tıpkı mikroskoptaki bir hücre gibi göründüğünü şaşkınlık ve zevkle görmüştüm. Denizde ve havuzlarda suya girdiğimde suyun içine dalıp birkaç metre derine inip sırt üstü döner ve yukarıdaki Güneş’in sudaki aksını izlerdim.

Mahallede Işık Abi’nin kahvesinde okey oynanan masaların üzerine cilt cilt kitabı yaydık. Işık hakkında nedir, ne değildir öğrenmeye gayret ettik. Işığın ışığa refleks gösterdiğini bu çalışmalar esnasında net bir biçimde gördük.

Artık şu noktaya ulaşmıştık: Hani Erzincan’daki Mama Hatun Külliyesi biçiminde dairesel bir yapı oluşturup bunun iç yüzeyini yansıtıcı mercekli aynalar ile kaplayıp bu aynaların yansıtma eğrisi açılarını yapının tam merkezinde birleşecek şekilde ayarladığımızda ışık kaynağı olarak 200 mumluk bir lamba kullanarak büyültücü yansıtma ve çakıştırma yöntemiyle merkezde oluşturacak olduğumuz ışık miktarı 2 katrilyon mumu geçecektir şeklinde bir anlatı vardı?

Yani bu, ışığı yansıtarak çoğaltma ve birkaç ışık düzlemini bir noktada kesiştirme olayı. Peki nedir yani? İyi, güzel ve fakat ne yani?

Bunun gittiği nokta Işık Bombası. Işığı bölüp, çarpıp, büyültüp, yoğunlaştırıp birleştirirken ortaya tahmin edebileceğimizden çok daha büyük bir enerji çıkabilir. Ancak Dünya, herhangi birinin evinin garajında abuk sabuk deneylerle yok edilebilecek çapta olsaydı bugün Dünya diye bir yer olmazdı. Yani bu Işık Bombasını yapabilmek için oldukça karmaşık bir kompleks inşa etmek gerekir. Ortaya çıkan enerji taşınabilir olursa gezegenler arası coğrafyada bile kullanılabilir. Da, halen; nedir yani?

Bir de bunun askeri durumu var. Açıkçası yanlışlıkla Evren’i yok eden insanlık olmayı hiçbirimiz istemez.

Şu halde Işık Bombası var ise, bunun savunması nedir? Ne olmalıdır?

Buradaki amaç şudur: okuyan ile okumamış olan arasında dev bir fark oluşturma hedefi var. Şikayet eden ya da yakınan bir üsluptan farklı olarak burada fen ve edebiyat muhabbetine bağlayacağız kendimizi. Fen: Bizi ileriye götürecek olan fendir. Edebiyat: İleriyi bize getirebilecek olan edebiyattır.

Dairesel yapılarda ses, ışık gibi yayılmacı ya da dikey dalgaları aynı noktaya doğru yansıtarak elde edilen muazzam sanatsal netice Dünya’da en iyi İstanbul’da duyulup gözlenebilir. Çeyrek, yarım ve tam kubbelerin diyarı İstanbul’da bu kubbelerin yansıtım ahengini rahatlıkla gözleyebilir, işitebilirsiniz.

Konu daire ve dolayısıyla çap ile ilgili olunca ortaya şöyle bir durum çıkıyor: İnsan türünün kabiliyetlerini duysanız, bilseniz şaşar kalırdınız desem yeridir. Hani kurtun, aslanın, atın, boğanın, eşeğin davranışlarını anlatan belgeseller olur. Böcekler alemindeki mahlukatın mucizevi kabiliyetleri anlatılır? Bu anlatılar insanlar hakkında pek yapılmaz. Halbuki insan evladının muazzam yetenekleri vardır. Örneğin uzak çaplı dinleme. Buna göre bulunduğunuz yerin yirmi metre çapı içinde kalan sesleri vücudunuz duymaz. Çünkü ortada bir tehdit yoktur. Bunu yapabilme kararı tamamen size aittir. Yirmi metre çapın dışında dal kımıldasa duyarsınız. Çünkü beden duyumsama sahası oluşturmuşsunuzdur. Dediğim gibi; 20 metrelik çapın içi tehlikesizdir.

Bunun güzel kısmı şu: Bunu 50 metreye de çıkarabilirsiniz.

Buna benzer şekilde görsel olarak hedefleme ve bilinçli bölgesel uyutma yöntemi uygulayarak izleme faaliyetini kolaylaştırabilirsiniz. Örneğin karşı ki dağ bize 5 km mesafede… Set gibi sıradağlar var sonra… En yüksek noktası 2 km civarı. “Dağlarda hareket olursa uyar” komutu almışız. Bu durumda dağa kadar olan 5 km mesafe getirisiz göz yorucu unsur halini alır. Ve insan bu durumda konsantrasyon yordamı ile 5 km’yi görmeyip dağlara daha odaklı bakabilir.

Uzağı dinlemek, uzağı izlemek…

Kutsal Kitaplar şöyle der: “Yaradan ‘ol’ dedi. Ve oldu.”

İlk fiil “demek”. ‘ol’ yardımcı fiil. “dedi.” ise cümlenin yüklemi. Demek ses ve kelime ile olur. Yani ses özeldir, ilahidir.

Yani güzel dinlememiz, güzeli dinlememiz ve yetilerimizi hakkıyla kullanmamız farz. Yakın odaklı, uzak odaklı dinleyiş kabiliyetlerini geliştirici uygulamalar ile fiziki yeterliliğimizi güçlendirmemiz ehemmiyetlidir. Ve dahî zevklidir de!

Can maalesef pek çoğumuz açısından nesnelliğe çok görülen bir değerdir. Ve ancak bizim varlığımızın da bir nesnelliği olduğu unutulur. Şu ileride ki sandalye canlı olamaz. Çünkü olamaz. Şu ileride ki taş canlı olamaz. Çünkü olamaz.

Lâkin o taşı eline alır da 40 yıl boyunca her gün günde 8 saat o taşa anlatırsan… O kadar çok anlatacak şeyi nasıl bulursun demenin dışında bunu gerçekten yaparsan belki 40 yılın sonunda taş bile dile gelebilir. Bunu belki de sadece sen ve o taş duyabilir. Ya da sen 40 yılın sonunda tırıldıyorsundur.

En nihayetinde canlılık ve cansızlık kavramı aslında insanoğlunun hükmünde değildir. Buna biz karar veremeyiz yani. Yaşayan ve ölüyü tabii ki ayırt edebiliriz. Ve ancak canlı ve cansızlık olayı bizim kanaatimizden fazlacadır.

Örneğin ben “Canlı Sular” kavramını sizin önünüze getirsem ne dersiniz? Efendim üniversitede olan herkes okur. Tabip okur, mimar okur, mühendis okur, hukukçu okur, ilahiyatçı okur, uluslararası ilişkiler okur, güzel sanatlar okur ve biz edebiyatçılar bunların hepsini okur. Bu vesile ile okuduklarım arasında ima edilen bir binlerce yıllık gerçeği dikkatinize getiriyorum: “Canlı Sular”

Antik Mısır İmparatorluğu’nun (ki o zamanlardan elde edebildiğimiz yazılı kalıntıların çoğu Mısır Uygarlığı’ndandır. Aslında Dünya’nın dört bir yanından muazzam miktarda bilgi İskenderiye Kütüphanesi’nde korunmaktaydı. Bu kütüphanenin yanması insanlığın yaşadığı en büyük felakettir. Bu sebeple şu an olmamız gerekenden yaklaşık 6.000 sene daha gerideyiz. Ancak bu farklı bir konu tabii ki.) en kudretli Firavunlarından birinin oğlu suyu Nil’den alınan bir havuzda yüzüyormuş. Çocuğun anlattığına göre su bir anda canlanmış ve onu boğmaya çalışmış. Oldukça saçma bir anlatı.

Ancak… suyun içinde su formatında yaşam olması fikri tamamen mantık dışı değildir. Bu suyun içinde su demek. Yani görülmesi olanaksız. Ancak ve sadece ten ile temas edilebilir. Bazen denizde yüzerken bacaklarımızın arasında bir ılık akıntı geçer. “Balıktır” deriz. Ve ancak o geçen aslında “Canlı Su” olabilir.

Şimdiye kadar “Canlı Su” yakalamamış olmamız bence güzel. Çünkü alimallah öldürüverirdik zavallıyı.

Peki ya Dünya? Canlı mıdır Arz?

Bu soruya direkt “evet” cevabını verip kestirip atmanın dışında şöyle bir bilgi paylaşımı ile yanıt verilebilir: Maddenin boşlukta (uzay) herhangi bir kütle/hacim kazanabilmesi onun merkezinden dışa doğru yapmış olduğu itim ile mümkün olur. Yani Dünya’nın merkezinden dışa doğru bir itiş var ki Yerküre’nin uzayda bir hacmi var.

Bununla beraber hepimiz yerçekimi kanunu biliyoruz.

Yani Dünya iterken çekiyor. İki zıt eylemi aynı anda gerçekleştiriyor. Bunun için komplike bir karar verme mekanizmasına sahip olması gerekir. Bu ise canlı formların birincil özelliğidir.

Bindik bir alamete; ayağımız değmiyor yere. Ağaç denileni gör hele. Fırtına olur. Tutunur yere. Sımsıkı. Bırakmaz. Yıllar geçer, yerden iteleyerek kendini boy edinir. Hem yere tutunur, yere doğru çeker kendini. Hem de yerden destek alıp itiverir kendini yukarı. İki zıt eylem. Aynı anda. Bu komplike bir özelliktir. Mucizevi bir matematiğin dengesi ile izah edilebilecek mertebede bir gerçektir bu.

Sudan bahsediyorduk… Bunun bizi biraz da mekanik düşünceye sevk etmesine uğraşırsak ortada “Su Geçirmez Ürün” diye bir kavram vardır. Ve aslında olması gereken “Suda Devreleri Çalışan” mekanizmadır. Yani Suda Devreleri Çalışan bir aygıt zaten “Su Geçirmez” mi demektir? Suyu tamamıyla geçirebilir olan ve ancak bu durumda bozulmayan mekanik “Su Geçirmez” mi oluyor?

Su üstünde yürümek muhabbeti 2000 yıldır yapılıyor. Hz. İsa’nın su üstünde yürümesinden bahsedilir. Şaşırtıcı olan belki de koşmamış olmasıdır. Ya da aslında Hz. İsa havada yürüyordu ve o esnada altında deniz vardı. Öyle ya da böyle… Bu mucize ilahi kayıtlarda yerini almıştır.

Yani 2000 yıldır suda yürüme kavramına haiziz. Ve halen suda yürüme ayakkabısı üretebilmiş değiliz. Bu gerçekten absürt bir durum.

Yani yapılabilirliği kesin var. Belki bizim sokaktaki lostra Nevzat Usta bile yapar 2 hafta kassa.

Bu tür şeylerin yapılmasını sağlamanın belli bazı yolları var. Örneğin TSK der ise “Silahlı Kuvvetler suda yürüme teçhizatının belirlediğimiz kriterlerde performans sergilemesi halinde 10.000 adet ön sipariş talebini taahhüt eder.” bu geliştirici firmalara moral olur. Artık bu ayakkabıyı yapması halinde 10.000 adet kesin satışı vardır.

Bu anlatılanların gerçekliğe uzak olduğunu savunan zihniyete göre şu izahatlar daha tutarlı gelir: Satılık Camiler!

Hayır! Yanlış okumadınız: Satılık Camii.

Son yerel seçim öncesi kaybedeceğini anlayan iktidar partisine bağlı belediyeler giderayak yüklü para çekimleri yapıp belediyeleri borç batağına sapladılar. Sonra hükümet yüzsüz bir eda ile bu belediyelere “Borcunuzu ödeyin!” baskısı yapmaya çalıştı ve hatta vatandaşa hizmet veren otobüslere bile haciz getirmeye başladı. Bu esnada Ampul Belediyeleri ne yapıyor peki? Sonuçta onlar da belediye; onlarında borçlarını ödemeleri lazım. İşte bu noktada Ampul yanmaya başlıyor: AKP’li belediyeler camileri mülk olarak tasdikleyip borca mahsuben varlık olarak tescilliyor.

Hanımlar ve Efendiler! Sizce Süleymaniye kaç Lira eder? Sultanahmet’e biçtiğiniz değer nedir?

Bu durumun izahı erkence kelimelendirilenlerden daha mı gerçekçidir?

Bilmiyorum.

Kişi bildiğinde ve bilmediğinde bilmiyorum demeyi bilebilmeli.

Pek çok kişiye garip gelmedi yıllardır bu durum… Ve ancak çifte maaşlı Devlet Zirvesi mi olur yahu? Hem Cumhurbaşkanlığı maaşı, hem de siyasi parti genel başkanlığı maaşı. Ohh… Yoğurdunu bırak, mandanın asıl yağı has olur.

Ayrıca geçen hafta Borsa ile ilgili metinde 13 yaşında bir çocuk ile yapılmaması gereken bir sohbet içeriğinden bahsettim. Bekledim. Devletin ucu kürsüye çıktı, övüne övüne diyor ki; “13 yaşında ki torunum beni LGBT hakkında uyardı.”… Yahu ben o dört harfin açılımını yazmaya utanıyorum. Bu

nasıl bir dede-torun ilişkisidir ki konuları cinsi sapkınlıklar oluyor?! Hem de 13 yaşında bir çocukcağız ile?! Koca Türkiye’de konu hakkında kimse, evet kimse hiçbir şey demedi! Yahu yazıktır yahu!

Yahu bu sağlıksız bir durum! Hastalık ile sağlıksız arasında fark vardır. Hastalık genellikle sadece hasta olanı götürür. Sağlıksızlık ise cümle cemaat ne varsa kırar geçer.

Bir Ampul destekçisi ile konuşmak zorunda kaldım geçenlerde. Kendisine damgalı ve damgasız pul arasındaki farkları anlattım. Az basılan, arkası yalanmamış pulların daha değerli olduğunu anlattım. Bu esnada kendisi sordu: “Birinden çaldığından fazlasını geri verirsen bu hırsızlık olur mu?”

Günümüz Türkiye’sinde bazı zenginler gösterebildikleri zenginlik kadar zengin olabildiklerinden dolayı zenginlerimizin büyük bir kısmı acayip acayip paralar harcarken görülmeye çalışıyor. Türkiye kadar fukara bir ülkede zengin görünmek tabii ki kolay. Ve ancak yurdumuz sınırları dışına çıktığı anda sözde zenginlerimiz balon gibi foslamaktalar.

Israrla ve defaten soruyorum: Nusret’in mekanında yemek yemiş kaç Türk var?

Köfte yemeyen İnegöllü olur mu? İş o noktaya gidiyor resmen…

Madem ki konu ekonomi ilmine geçiyor olaya en temelinden ve bodoslama bir giriş yapalım: kapitalizm. Bir çok kişinin alerjisi olan bir kelime; kapitalizm. Bu kelimeye yakın sözcükler “kapitan (kaptan)” ve “kapital (büyütücü)” olarak karşımıza çıkıyor. (Kaynak + Enerji) x Zaman = Kapital

(Kömür + Madenci) x Zaman = Kapital

Kapitalizmi Dünya’nın en yaygın ekonomik disiplini haline getiren Türkler’dir. Şöyle ki 16. ve 17. yüzyıllarda Türk Osmanlı Akdeniz’de mutlak hakimiyet sağlamıştır. Bu diğer ülkelerin de işine gelmektedir. Osmanlılar Akdeniz’i ticaret gemileri için güvenli bir havza olarak tutma sorumluluğunu yüklenmiştir. Bu amaçla bazı gemiler seyirleri esnasında durdurulur ve kargo sorgulaması yapılırdı. İşte Türkler bilinen uluslararası ticareti muhafaza etmenin yanı sıra insanlık tarihinde bir ilk olarak Fransa’ya kapitülasyon açtı. Bu şu demekti: Fransa artık Akdeniz’de vergisiz, sorgusuz sualsiz sefer edebilecekti. Bu en çok Osmanlı’nın işine geliyordu. Akdeniz’deki en çok ve en etkili limanlara sahip olan Osmanlı’nın liman-kentlerine gelip giden Fransız gemisi sayısı fazlasıyla arttı.

Burada kapitalizme rönesans etkisi yapan; “imtiyaz” kavramının açık sulara yayılmasıydı. Bu sayede uluslararası ticaret herkesin birbirine sunduğu imkanlar dahilinde hareket edilen vahşi bir saha halini aldı. Ayrıca Osmanlı’nın kapitülasyon verişinin resmi ve uluslararası evrak ile belgelenmesi dolaylı olarak Türk Osmanlı’nın uluslararası suları vergilendirdiği sonucunu ortaya çıkarır. Ancak en önemlisi “Serbest Sefer Hakkı” idi. Bu kavramı Fransa’ya bağışlayarak Türk Osmanlı İmparatorluğu insanlığa kazandırdı.

Amerika’da hep “Fransa bize bağımsızlık mücadelemizde yardım etti!” denilmektedir. Ben de ısrarla diyorum ki; Peki Fransa’ya kim yardım etti?

Bu arada ilginize taktim etmekte olduğum bu sunuma farklı bir detay bilgi ile biraz daha devam edeyim: ABD’nin ilk denizaşırı savaşını Türk Osmanlı kontrolündeki Tunus’a karşı yaptığını biliyor muydunuz? Yani ilk denizaşırı savaşları Osmanlı ile!

Olay büyük ihtimalle şöyle: Bizim devriyeler Akdeniz açıklarında dolanırken Amerikan Flamalı gemi görürler. Ne olduğunu anlamazlar. Kılavuz ansiklopediden bakarlar ve gördüklerinin bir Amerikan gemisi olduğunu anlarlar. Dur komutu yollarlar. Amerikanlar oralı olmaz. (Bilmiyorlar ki Akdeniz’deki durumu). Bizimkiler gemiyi bir biçimde durdurup borda ederler. Amerikan gemisinin güvertesinde

“Sen sesini yükselttin!”, “Bana gemimde parmak sallayamazsın layn!” biçimine girer durum. Bir anda iki taraf birbirine girer. Olay bu. Amerika’nın ilk denizaşırı savaşı yanlış anlaşılma kaynaklı yani.

Üç Başlı Kartal zamanı yaklaşıyor. Bunu anlayan zaten anlıyor.

Vaktinizi iyi ve faydalı değerlendirmeniz benim için çok önemli. Bu sebeple -gelenektendir- bir fıkra anlatacağım: Fatih Sultan Mehmet bir gün Cuma Namazı sonrası camiden çıkarken kalabalıktan biri yakınına sokulma şansı bulur ve “Yüce hünkarım, şu sefil kulunuza bir sadaka.” der. Fatih kesesinden bir altın sikke çıkarır ve dilenciye uzatır. Fakir bunun üzerine yüzünü bükerek “Aşk olsun sultanım, şu kardeş kulunuza layık gördüğünüz bu mudur?” der. Fatih irkilir; “Nereden kardeş oluyor muşuz?!” der hafiften kızarak. “Hepimiz Hz. Adem ve Havva peygamberlerimizden olma değil miyiz?” diye yanıtlar fukara. Bunun üzerine Sultan Mehmet der ki; “Sen şimdi bu sikkeyi al git. Bütün kardeşlerin duyarsa payına bu da kalmaz.”

Kapanışımıza doğru şu uyarıyı hatırlatmakta bir sakınca olmaz: Lütfen ormanlık alanlara pet şişe içinde su bırakmayın. Bazıları beş litrelik su bidonlarını kesip içerilerine hayvanlar için su koyuyor. Bu iyi niyet. Ancak bunlar Güneş gördüklerinde mercek etkisi yapıyorlar ve tutuşmaya sebep olabiliyorlar.

Soru iledir işbu metnin sonu: Sükut ikrardan gelir de ikrar kabulden mi?

Ek Not: 20 yıl evvel Olimpiyatlar’a 5 sporcu ile gider 5 altın alır, 3 tane de Dünya Rekoru kırıp gelirdik. Şimdi 101 sporcu + yakınları + siyasi torpillilerden oluşan “dev kafile” Olimpiyatlar’a gidiyor. Sonuç 3 gümüş, 5 bronz.

Biz zannettik ki 5 sporcu ile 5 altın alıyorsak 50 sporcu ile 50 altın alırız.

Halbuki rahmetli Naim Süleymanoğlu dediğimiz adam salonda yatıp kalkar, sabah ilk iş ağırlık basar, gece son iş ağırlık basar. Böyle bir rekortmen sportmendi o. Olimpiyatlar’a gitmeye hak kazanmakla işinin sonlandığını düşünüp Olimpiyatlar’dan iki ay evvel antrenman kampına giren turistik sporcu kavramından baya uzaktır bu.