SÖZÜNÜN ERİ OLMAK

Abone Ol

Devletler bazen temsil ettikleri millet adına diğer uluslar ile antlaşmalar yaparlar. Ne demektir antlaşma? Basit ifade ile; karşılıklı olarak ant içmektir. Yani resmî sözdür bir nevi. Devlet bu sözü vatandaşının namına verir. Bu andın tutulmaması bahsi geçen ülkeyi, onun insanlarını, onun kanun, kültür ve inancını yalancıya çıkarır. Oldukça hassas bir konu. Peki haydi harbi olalım ve kendimize soralım: Türkiye hiç sözünü yuttu mu?

Bundan 74 yıl evvel 1960 Ankara Antlaşması ile Türkiye, Avrupa Topluluğu’na entegrasyonu ve Türkiye’nin Avrupalılığı mevzularında net niyetini belli etmiş ve bugün AB halini almış olan birlikteliğin önemli bir parçası olacağını taahhüt etmiştir. Bu karar 2 günde ya da 3-5 yılda alınmış bir karar değildir. Türk, tarihi boyunca daima kendine yön olarak Batı’yı belirlemiştir. Eğer bu eğilimimiz olmasaydı Orta Asya’dan çıkmayacak ve İslam ile belki tanışamayacak ya da belki çok geç tanışacaktık. Türk’ün Batı’ya hareketi binlerce yıl öncesinden bize kalan töremizdir. Barış içinde veya gerekirse cenk ile… Bizim menzilimiz Batı’dır.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti binlerce yıllık tarih arşivimizi incelemiş, gerekli tahkikleri yapmış, ince eleyip sık dokumuş ve ardından Avrupa Birliği ile ilgili resmî tutumunu ilan etmiş ve altına imzasını atmıştır. En nadide eğitim kurumlarında tahsil etmiş müfettişler, ekonomistler, hukukçular, sanatkarlar vs. cümle akîl Türkler bu konu ile ilgili çalışmış ve şu sonuca ulaşmıştır: Anadolu Batı Uygarlığı’nın doğum yeridir. Anadolu Avrupa’dır. Türk Batı’dır. Türk Doğu’dandır. Türkiye’nin coğrafi ve kültürel konumu Avrupa’dır.

Hanımlar ve efendiler; 50 yıl boyunca Türk devlet insanları, Türk diplomatlar, Türk öğretmenler ve her kesimden Türk bu hedef uğruna mesai yapmıştır. Çalışmıştır. Vaktini, emeğini 50 yıl boyunca aralıksız bir istikrar ile bu mecrada sarf eden devlet son 24 yıldır ise bütün bu çabayı yok sayarcasına hareket etmiştir. Ampul Hareketi Avrupa Birliği ile ilişki kuramaz vaziyete gelinmesini diplomatik bir zafer gibi göstermeyi bile becermiştir. Devletin kendi uğraşısı uğruna sarf edilen Ay Yıldız’ın alın teri yok sayılıp siyasi getiri elde etmek uğruna koskoca bir ülkenin geride bıraktığı 50 sene hakkında “yanlış yaptık” denilmesine çalışılmıştır.

Domaniç olarak devletten bahsedeceğimiz zaman Türk Osmanlı İmparatorluğu’ndan bahsetmememiz samimiyetsiz algılanabilecektir. Osmanlı Devleti ile ilgili şu gerçekler unutulamaz: Gücünün tavanına ulaştığında Osmanlı sınırları içerisinde 29 farklı ulus ve 40’a yakın dil bulunmaktaydı. Asli çoğunluk Türk ve Müslüman olmasının yanında Osmanlı Devleti hayatta olduğu süre boyunca Dünya’nın en yoğun Hristiyan nüfusuna sahip ülkesiydi. Hristiyanlık’ı “Batı” olarak gören insanî önyargı, birebir aynı coğrafyada doğan İslam’ı neden “Doğu” olarak görüyor? Eğer mantık bu mantıksa Osmanlı Devleti tarihin gördüğü en Batılı devlet olmaktadır. Fransa, İngiltere ve İspanya’nın toplam nüfusu 30 milyon iken Osmanlı’da 50 milyona yakın Hristiyan yaşıyordu.

Dünya’nın görmüş olduğu, zamanının ötesini yaşayan, tanrıların meskeni, rüya diyar konSTANtinoPOLis’i fetheden şanlı Türk Osmanlı İmparatorluğu… Gezegenin en büyük 5 şehrinin tümünün birleşiminden daha fazla nüfusa sahip bir başkent. Türkler, işgal edilmesi mümkünsüz bu şehri alırken Türk Ordusu daha Batı’daki Edirne’den yürüyüşe çıkmıştır. Osmanlı Ordusu İstanbul’a daha Batı’dan gelmiştir. Yani teknik olarak baktığımızda Fatih Sultan Mehmet’in muzaffer silahlı

kuvvetleri daha Batı’da olan başkent Edirne’den harekete geçerek İstanbul’u fethettiğinde İstanbul Batılı bir güç tarafından fethedilmiş oluyordu.

Sadece tarih ve kültür değil, en ilkel mantıkla konuya coğrafi olarak baktığımızda; Bugün T.C. sınırları içinde ki Trakya (İstanbul’dan Meriç’e dek) dediğimiz kara parçası yüz ölçüm olarak Arnavutluk’tan, Karadağ’dan, Bosna Hersek’ten, Makedonya’dan vb. daha büyüktür. Bu ülkelerin sınırlarını Avrupa için “kaybedilemez” addeden kıtasalcı Avrupalılar bu koca Trakya’yı dışlamaya kalktığında Avrupa olarak toprak kaybına razı olurluğunu göstermiş olmuyor mu?

Türkiye’nin Avrupa’daki duruşunu zedelemek hangi sonuçlara yol açıyor? Hepimizin gözü önünde! Yüzbinlerce, milyonlarca mülteci kendilerine yaşayabilecekleri güvenli bir yurt arayışıyla göç etmeye çabalarken on binlercesi canından oldu. Kumsala vuran 2 yaşında bebek tüm Dünya’nın zihnine kazındı. Ne alaka? Şu alaka; Türkiye eğer AB olsa idi bu insanlar ölecek miydi? Ya da Türkiye üzerinden rahat bir biçimde insanî göç hakkını mı kullanacaktı?

Bunun da ötesinde, nedense herkesten daha inançlı olduklarına inanan bağnaz ve yobazlara göre Avrupalılık bizi imanımızdan uzaklaştıracaktır. Bu gerçekten böyle mi? Ya da İslam’ın faydası, İslam’ın küresel ve kültürel etkisi için Türkiye’nin Batı Yarımküre’de olması daha mı doğrudur? İşte bunlar ve bunlar gibi soru ve ihtimalleri devletimizin yetiştirdiği en nadide bilgin ve stratejistler incelemiş, soruşturmuş ve sonrasında Türkiye Ankara Antlaşması’na imzasını koymuştur.

Şu anda Türkiye Avrupa ile Asya arasında tampon bir bölge gibi. İki tarafı da ikisinin etkisinden koruyan bir konumdayız. Boks maçında araya giren hakem gibi.

Türk ve AB ilişkileri artık özetlenebilecek bir durumdan çok ötedir. Konu dini, coğrafi, kültürel, ekonomik, tarihi ve daha birçok mecraya yayılmış bir haldedir. Türkiye açısından Avrupa Birliği bir tercih olmaktan ziyade binlerce yıla yayılan tutumumuzun neticesi ve sonucudur.

Daha da ileri gidiyor ve diyebiliyoruz ki; Türkiye en Avrupalı ülkedir. Buğdayın ilk ekildiği, ilk yazılı antlaşmanın tutulduğu, Hz. Nuh’un Büyük Tufan’dan sonra yerleştiği, Paskalya Yortusu’nun tayin edildiği, tarihin ilk Borsası’nın faaliyet gösterdiği Türkiye toprakları aynı zamanda Noel Baba olarak anılan Aziz Nikolas’ın doğum yeri, 7 antik Dünya Harikası’ndan ikisinin ev sahibi, İstanbul’un yuvası ve dolayısıyla Yeni Roma’nın temsilcisidir. Biz Türkler yaklaşık 1.000 yıl boyunca Çift Başlı Kartal Arması’nı taşıdık. Artık 3 Başlı Kartal mertebesini gündemimize almamız gereken zamanların içerisindeyiz.

Unutmamak gerekir: üzerinde yaşadığımız topraklar kişiliğimizin tamamı olmasa da; tarihi, milli ve şahsi kimliğimizin yadsınamaz parçası haline gelir. Anadolu’nun binlerce yıllık tarihine “Bu bizim geçmişimiz değil” demek yaşadığı yerden bile bihaber olmak demektir. Bu, toprağın hafızasına hakaret bile sayılabilir. Hakikat; örfümüzün gidebildiğimiz tüm coğrafyaya bizimle beraber geldiği gerçeğidir.

Bizler azınlıklara saygılı ve onların özgürlüklerinin korunmasının ilahi sorumluluklar olduğunun bilincinde bir milletiz. Bu azımsanabilecek bir durum olmamakla beraber çoğu ülkede bu böyle değildir. Bu çizgide devam etmemiz gerekirse Türkiye’deki hükümet kabinesinde Ermeni asıllı, Rum asıllı, Arap asıllı bakanlar görebilmemiz gerekir. Onlardan ise aynısı beklenemeyebilir. Çünkü 700 yıllık Cihan Devleti tecrübe ve deneyimine sahip değiller.

Bu çok önemli: Batılılaşma Batı’nın Türkiye’ye dayatması değildir. Hem de kesinlikle değildir. Demokratikleşme, insan-birey özgürlükleri ve canlı haklarına saygı bizlere zorla dışarıdan empoze edilen erdemler değildir.

Devletimiz on yıllarca bu emel uğruna çalıştı. Milletin enerjisi bu yönde kullanıldı. Şimdi bu idealden vaz geçmiş oldukları görünenler Türk Ulusu’nun kaynaklarını israf etmiş olmaktalar. Ve bu haramdır. Döneklik ahlaki bir vasıf değildir. Ve ancak Türkiye’de son 20 yıldır dönekliği uzmanlık alanı haline getirenler bu zayıflığı menfaat aracı olarak kullanmaktalar: Ampulcu genel başkan’ın darağacına gönderilmesi gerektiğini Meclis Grup Konuşması’nda bağıra çağıra söyleyen kişi, iki ay sonra bir bakmışsın sövdüğü kişinin birincil avukatı halini alıyor. Menfaat. Peki ya Ampul bundan uzak kalır mı? Mısırlı Sisi’yi yerden yere vuruyor, onun öldürdüklerine ağlıyor. 6 ay sonra Sisi’yi uçağından inerken, apronda karşılıyor. Daha o kadar çok örnek var ki… “Sürgünde ki halife. Artık yurda dön hoca efendi.” diyenler 2 yıl sonra aynı kişi hakkında “terörist” diyor. Örneğin Apo hakkında “Tarihin görmüş olduğu en büyük katillerden biridir.” diyor, 5 ay sonra aynı terörist hakkında “Gelsin Meclis’te konuşsun” diyor. Türkiye’de son yıllarda gördük ki terörizmin en yıkıcı varyasyonu “takım elbiseli teröristler” dir. Onlar ki Diyarbakır’da peşmerge ile yan yana miting bile düzenlemiş, açılış bile yapmışlardır. Onlar ki haksız kazanç elde etmenin, haksız zenginleşmenin başarı olduğuna herkesi iknaya çalışırlar. Onlar ki makamlarından önce varlıkları 2 iken makamdan sonra varlıkları 20 olmuştur.

Avrupa Birliği bu fır fır dönenleri kendisine muhatap almamaktadır. Türk demekten gurur duyan her Türk, bu kendi sözünden cayıcılara, bu kendi kelamını unutturmaya çabalayıcılara utanç içinde tanıklık etmektedir.

Türkiye’de AB gibi bir oluşumla müzakere edebilecek, iletişimde bulunabilecek kalibrede bir idari kadro şu anda bulunmamaktadır. Devletin verdiği sözü yutan, ant unutturmayı marifet sanan, kendi ettiği laf hakkında “Ben öyle bir şey demedim.” diyen, kendi yaptığı hakkında “Ben öyle bir şey yapmadım.” diyen sığınak faresi gibi bir zihniyetle belki başka ülkeler işlerini yürütebilir. Ve ancak İnsanlık Tarihi’nin en etken devlet yapılanmalarından biri olan Türkiye Cumhuriyeti’nde yürümüyor işte.

Avrupa Birliği ile bütünleşme Türkiye’nin farklı birliklere üyeliğinin yolunu kapamak zorunda değil. Hem Avrupa Birliği, hem de Turan üyesi olabiliriz. AB üyesi olmak Ortadoğu’da oluşabilecek bir birlikteliğin dışında kalacağımız anlamını taşımak zorunda değil. Türkiye’nin özel konumu ve kendi vaziyetine münhasır durumu ülkemizi birden fazla birlikteliğin parçası yapabilmek konusunda bize fırsat sunmaktadır.

Türkiye’nin Avrupa Birliği ilişkilerine olumsuz yaklaşanlar tabii ki var. Örneğin Batı Avrupa’daki ırkçılar. Örneğin kıtaya yayılmış inanç öteleyeciler/ayrıştırıcılar/başkalaştırıcılar. Örneğin ülkemizdeki yobazlar ve bağnazlar. Görüyoruz ki hep ve külliyen yanlış olanlar Türkiye ile Avrupa’yı ayrı tutmaya çalışıyor.

Türkiye sadece Avrupa’da değil; Avrupa’nın membaıdır. Türkiye Avrupa’nın merkezî konumudur. İstanbul Avrupa’nın özüdür.

Bununla beraber AB içerisinde gündeme gelen pek çok sorun var. Üye ülkeler son dönemde üyeliklerini yeniden gözden geçirmeye başladılar. Bunun sebebi Avrupa’da faşizmin yaygınlaşıyor

olmasıdır. Siyasiler ayrılıkçılık prim yaptığı için bu günahı kullanıyor/sömürüyor ve oylarını çoğaltıyorlar. Bu aşırılıkçı akımların tuzağına düşmemeli ve nefreti siyasetin merkezine yerleştiren zihnî kararmadan artık uzak olmalıyız.

Hepimizin bilmesi gereken gerçek: Önümüzde Batı, ardımızda Doğu var.

Not: Düşüncemiz, kişiliğimiz, ülkemiz ve tüm varlığımız onların eseridir. Öğretmenlik gibi meşakkatli bir mesleği her koşula rağmen hakkıyla icra eden tüm muallimlerimizi hürmet ve şükran duygularıyla selamlıyorum.