Gayri ciddi mevzuyu konu etmek uygun mudur? Okumakla fayda çıkarımı arayışı içerisinde olduğumuzu hissetmeden bazı tuhaf ve ancak bir o kadar da doğal olan hadiselere kısaca bir bakmak bizden bir şey eksiltir mi? Sanmıyorum.
Öyleyse lütfen buyurun kesemdeki hususları size öz bir biçimde sunayım: Ayna içinde ayna. Bunu çocukluğunda neredeyse herkes görür diye biliyorum. İki aynayı birbirine çevirip belli bir açı ile ayarlayınca sanki sonsuzluğa bakar gibi ayna içinde aynaların iç içe geçtiğini görebiliriz. Efendim, konu şu; ayna yeni icat edilmiş bir şey değildir. Binlerce yıldır var. Peki bu aynaların iç içe geçmesi -eğer ki aynaları domino taşları gibi dizersek- bu sıranın bir ucundaki görüntüyü ışık hızıyla diğer ucundaki aynaya da taşımaz mı? Bir uçtaki görüntü diğer uçta görünmeyecek midir? Görünecektir. Ancak zorluk şu ki insan vücudunun görüntüsü 200 metre uzağa, merceksiz aynalar ile, 20 kat küçülerek varıyor. Yani görüntü çabuk küçülüyor. Ve fakat bu teknolojinin Topkapı Sarayı’nda kullanıldığı rivayet ediliyor. İlber Ortaylı Hoca bu durumu net olarak biliyordur sanırım. Gerçi kendisini geçen gün Youtube’da gördüm. Fatih Sultan Mehmed’in farklı yabancı diller bilen enteresan bir şahsiyet olduğunu söyledi. Allah Allah, Osmanlı şehzadelerinin hepsi farklı dilleri çatır çatır konuşurdu zaten. Bu sadece Fatih’e has bir şey değildi ki. Standart şehzade eğitimi diye bir şey vardı diye hatırlıyorum.
Aynalara odaklanalım. Fiber optik kablo denilen madde; içine domino taşları gibi dizilmiş mikro aynaların birbirlerine doğru açıyla yerleştirilip bir yerdeki görüntüyü ışık hızı ile diğer yere taşıması demek oluyor bu durumda. Avrupa’nın yarısının fiber optik kablo ağını Türk Telekom’un ördüğünü belirtmek belki yerinde olabilir. Peki fiber optikle taşınan bu görüntü artık neredeyse hücre büyüklüğüne gelmiş vaziyette menziline ulaştığında ne oluyor? Bir nevi büyüteç olan televizyon bu görüntüyü boyut ile çarparak büyültüyor ve ekranda görüntüyü kullanışlı ebatta görebiliyoruz.
Şimdi bu ayna konusu iletişim ile ilgili sayılabilir mi?
Peki, tamam… Belki bu sarmadı. Şundan bahsedeyim öyleyse;
Antik Uygarlıklar her daim ilginçtir. Sürprizler ve gizemler barındırırlar. Gelin şimdi Antik Mısır Medeniyeti ile Maya Uygarlığı arasındaki bazı şaşırtıcı bağları gündeme taşıyalım: Efendim Aşağı Nil Havzası’nda filizlenen Antik Mısır Medeniyeti’nin siyahi olan çoğunluğunun beyaz tenli olanları köleleştirip Piramitler’i yapmak için kullandığı söylenir. Bu beyazlar daha sonra İbrani olarak anılacaklardır. Aslında siyahiler ile beyazlar arasındaki bu durum ırksal bir ayrım değildi. Kimin köle olduğunun, kimin köle olmadığının rahatça anlaşılması için bu ayrım yapılıyordu. Velhasıl İnsanlık Tarihi’ne bir Dünya Harikası armağan edecek olan Mısırlılar muazzam inşai kabiliyetleri ve gelişmiş mühendislik anlayışıyla ortaya muhteşem işler çıkarttılar. Bunun en net örneği Piramitler’den ziyade yemyeşil bir diyar halini alan Nil Havzası idi. Gelişmiş sulama teknikleri sayesinde devasa bir alanda tarım yapılır olmuştur.
Maya Uygarlığı ise Dünya’nın öte yakasında, Güney Amerika’da yeşermiş bir kültürdür. Mısırlılar’a göre daha yavaş gelişmiştir. Ancak bunun sebebi Yeni Dünya (Amerika kıtası)’da at hayvanının yer alamaması idi. At Amerika’ya Avrupa’dan gitmiştir. Atın ehlileştirilmesi ilk endüstriyel devrimdir diyebiliriz. Ki Güney Amerika bundan mahrumdu. Ancak Mayalar’ın Mısırlılar ile şaşırtıcı benzerlikleri vardır. Tıpkı Mısırlılar gibi piramitler inşa etmişlerdir. Anadolu’nun ve dolayısıyla insanlığın en eski devletlerinden olan Hititler’in de Piramit benzeri yapılar inşa ettikleri görülmüştür. Ve ancak Güney Amerika ile Afrika’daki Mısır’ı birbirine yaklaştıran, bağlayan ne idi? İşte bu sorunun cevabı başka bir iletişim tezidir;
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir Mısır İmparatoriçesi varmış. Bu kraliçe bakire imiş. Çok güzel, zeki, iffetli ve kuvvetli olan bu İmparatoriçe demirden dev Piramit yapılması emrini vermiş. Diyarda çok zor bulunan demir madeni sıkıntısı ortaya çıkmaya başlamış.
Bu esnada Maya İmparatorluğu’nda ise pek yaman bir İmparator tahtta oturuyormuş. Bekar, genç, yakışıklı, çalışkan ve dirayetli bir İmparator olan Maya Kralı öte Dünya ile ilgili çok düşünceliymiş. Rüyalarının tasvirlerini farklı farklı medyumlara yaptırır, eğer farklı yorumlarda bulunurlarsa kellelerini alırmış. Tutarlılık ve kesinlik istermiş. Güneş’in ufukta doğduğu Doğu yönüne bakar ve Güneş’in vatanına ulaşmak hayali kurarmış. Bu sebeple emir buyurmuş ve Mayalı bilim insanları okyanusu aşacak bir teknoloji geliştirmek için uğraşmaya başlamışlar. Yanlış anlaşılmasın; bunlar milattan önce oluyor. Yıllar süren araştırmalardan sonra Mayalı bilim insanları kambur balinaları eğitmeyi başarıyor. Balinalara komut verebiliyor ve onların diledikleri yöne doğru yüzmelerini sağlayabilir hale geliyorlar. Sonra bir balina sürüsü hazırlıyorlar ve her balinaya taş tabletler yutturuyorlar. Bu taş tabletler Maya Uygarlığı ile ilgi bilgiler ve İlahi sorular içermektedir. Balinalar büyük bir debdebe ile Mayalar’ın Güney Amerika kıyılarından Afrika’ya doğru uğurlanır. Hepsine hiç durmamacasına Doğu’ya yüzme komutu verilir. Ve aradan geçen bir buçuk aydan sonra bu balinaların pek çoğu kendilerini Batı Afrika sahillerine atarlar. Bu esnada Mısır Medeniyeti’nin sınırları bugünkü Fildişi Sahili’ne kadar dayanmıştır. Balinalar Mısır Medeniyeti sınırları içerisindedir. Ve konu Mısırlı Konsül’e ulaştırılır. Bu garip canlıları incelemek için Thebes’ten, Memphis’ten en nam salmış uzmanlar söz konusu sahillere giderler. Çok uzun sürmeden tabletlere ulaşırlar. Tabletlerdeki dilin kendilerininkine biraz benzer olduğunu görürler. Ve -uzatmadan- dili de çözerler. Aynı yöntemi kullanarak Batı’ya, Maya İmparatoru’na bir mesaj gönderirler. Böylece balinalar vasıtası ile okyanus üstü haberleşme başlar. Maya Kültürü bu iletişimden oldukça etkilenerek Mısırlılar gibi Piramitler inşa eder. Bekar İmparator ile güzel İmparatoriçe ise zaman içinde birbirlerine tutulmuşlar. İmparator dev gemiler inşa ettirmiş. Bunlar ile okyanusu aşabileceğini düşünmüş ve sefere çıkmış. Ancak okyanusun ortasına geldiğinde kopan bir tayfun ile bütün Maya gemileri derinliklere gömülmüş. İmparator ölmüş. İmparatoriçe ise kuzeni tarafından devletin gizli bilgilerini bilinmeyen yapılarla paylaşmakla suçlanmış ve kanlı bir darbe ile tahttan indirilmiş. Bu hikaye ile ilgili yapılabilecek en öz anlatımım bu biçimdedir. Acayip bir durum.
İletişim ile ilgili mevzular çekici gelmez ise bir de şöyle deneyelim; Hava kimyasının kontrolü sayesinde kitleler üzerinde davranış yapısı etkisi oluşturulması. Efendim, özetle bu konu şu kadar net: Bir şehrin üzerinde uçan üç tane helikopterden belli bazı toz maddeler havaya salındığında bu madde şehirde yaşayanların davranışlarını kontrol edebilme şansını doğuruyor. Örneğin uyku ilacı kimyasını havaya salınca suç oranı düşüyor. Miting günleri ve protestolarda bunlar kullanılıyor. Artık biber spreyi yerine bayıltıcı sprey tercih ediliyor. Hava kimyasının anlık olarak izlenmesi ve doğal döngünün içinde olmayan müdahalelere karşı ayık olunması gerekiyor. Filistin işgal ediliyor, bombalanıyor, vahşet, kan, revan, insanlık perişan! Arap ülkeleri sessiz. İdi. Şimdi biraz hareketleniyorlar. Peki o esnada niye sessizdi milyonlarca Arap? Havanın kimyasında bir durum mu var acaba? Bu konu gayri ciddi algılansın isteyemem. Havanın kimyasının denetimi bir ulusal güvenlik hususudur.
Acayip acayip işler. Acayipçe haller.
Ulusal gündemimizin sıkıcılığı, uluslararası gündemin arsızlığı, yerel gündemin ekonomisi bizleri bunalttı. Daralttı. Farklı bir ses ve rahat bir anlatı olsun niyetiyle ve biraz ferahlayabilelim ümidiyle; Bu hafta böyle.